20 Ocak 2016 Çarşamba

MISIR GİZEMLER ÜLKESİ

7000 yıllık tarihe sahne olmuş bir ülke. Mısır’da attığınız her adımda ayrı bir güzellik, tarih ve gizemle karşılaşıyorsunuz. Ülkeye hayat veren Nil Nehri ülkeyi bir baştan bir başa geçerek Akdeniz’e dökülüyor. Seyahatinizi 4 günü Nil Nehrin'de 5 yıldızlı otelleri aratmayacak lükste nehir tipi gemilerde geçiyor. Kültür gezisi yapacaksanız seyahatinizi genelde Ekim / Mart aylarında yapılmasını tavsiye ediyorum. Bu aylarda hava sıcaklığı gündüzleri 22 ila 30 dereceleri arasında olduğundan gündüzleri rahat gezebiliyorsunuz.
Luxor’dan Aswan’a kadar Nil Nehri'nin 2 tarafında yer almış ve her biri değişik yapıya sahip mabetleri görüyoruz.
Luxor yerleşim yerinde dünyanın en büyük dini kompleksi olan Karnak Tapınağına girerken sizi koç başlı sfenks heykeller karşılıyor. Giriş yolunun sonundaki devasa giriş ise içeride sizleri bekleyen devasa tapınaklar hakkında bir fikir veriyor. 11. sülale döneminde Tanrı Amon adına mütevazi bir mabet olarak yapımına başlanan Karnak Tapınağı 1300 yılda yapılan ilaveler ile 400 dönüm üzerine kurulmuş dünyanın en büyük tapınağı haline getirmiştir. İlk girişteki itibaren yükseklikleri 23 metreyi bulan 134 sütun dönemin medeniyet seviyesi hakkında bilgi vermektedir. Sütunların arasından çıktığınızda yekpare granit taşından yapılmış görkemli dikili taşın diğerlerinden daha yüksek olması dikkati çekmektedir. Bu dikili taşlar Aswan bölgesinden buraya kadar Nil Nehrinde taşınarak getirilmiştir. Yolun sonunda Skarabe adı verilen ve mezarlarda görülen böceğin heykelini görüyoruz. Etrafında 7 kere dönüldüğü zaman dileğinizin gerçekleştiği söyleniyor. Yanındaki büyük havuz zamanında suyunu Nil nehrinden almakta olup rahiplerin suya girerek arındıkları bir yerdir. Hemen önündeki uzun yol döneminde bu büyük mabedi Luxor mabedine bağlamakta idi. Döneminde tapınakta tahmini 80.000 görevlinin bulunması size büyüklüğünü bir kez daha anlatmaktadır.






Luxor Mabedi girişinde size hoş geldiniz der gibi duran 14 metre yüksekliğindeki II. Ramses’in Heykeli ile karşılaşıyorsunuz. Amon Ra adına yaptırılmış bir mabettir. Girişte bulunan 25 metre yüksekliğinde olan dikili taşın diğer eşi bugün Paris’te Place de la Concorde’ye dikilmiştir. Bu mabedin önemli bir yönü de girişteki duvarda II. Ramses’in Hititler ile yapmış olduğu Kadeş savaşını anlatan figürlerle süslü olmasıdır. Burada II. Ramses’in Hititleri nasıl yendiği anlatılmıştır. Tapınak zamanla kumlar altında kalmış ve üzerine Şeyh Yusuf el-Haccac Cami yapılmıştır. Sonra yapılan kazılarda caminin çevresi açılmış ve cami yüksekte kalmıştır. İçeride sütunlu yolun sonunda siyah granit taşından yapılmış Ramses’in Heykeli tüm heybeti ile bizi karşılar.



Tüm günün yorgunluğunun ardından yolculuğumuzu yapacağımız 3 katlı lüks nehir tipi gemimize gelip odalarımıza yerleşiyoruz. Mısır’da dikkat edilmesi en önemli 2 konudan biri musluklardan akan suyu içmemek ve diğeri ise gösterilen yerler dışındaki yerlerden bir şey yememektir. Akşam yemeği için geminin yemek salonuna girdiğimiz zaman bizi Türk mutfağına yakın bir açık büfenin beklediğini görüyoruz. Burada da dikkat edilmesi gereken konu aç karnına tatlılardan yenilmemesi önemlidir. Yemek sonrası geminin üst güvertesine çıkarak akşam serinliğinde çayımızı yudumlamak ve günün yorgunluğunu atmanın keyfi ayrı bir güzellikti.






Sabah kahvaltıdan sonra Luxor’un batı tarafına otobüsle giderken Nil’den kanallarla alınan su ile tarım sulaması yapılan yeşillikler içinden geçerek Memnon Mabedine geldik. Mabetten geriye bir tek girişteki iki büyük heykel kalmıştı.



Krallar Vadisi'ne doğru yola çıktık. Piramitlerin soyguncuların gözü önünde olmasından dolayı firavunlar bu vadinin daha korumalı ve gözden uzak olduğunu düşündüklerinden mezarlarını bu bölgede inşa ettirmişlerdir. Her bir mezarın iç duvarları birbirinden güzel resimlerle süslenmiş ve ölüm sonrası yaşamı anlatmaktadırlar. Hemen buraya yakın olan tek kadın idareci olup kendini erkek gibi giyinerek savaşta askerlerinin başında bulunan Hatşepsut Tapınağı'na geçtik. Kraliçe kendisi için kısmen kayalara oyulmuş özel bir mabet yaptırmıştı. Tepenin yamacında yapılmış olan bu mabedin yanına özel araçlarla gidiyoruz.


Günün yorgunluğunun ardından gemiye dönerek güvertede akşam çayın yudumlayarak güneşin batışını izliyoruz.


Sabah kahvaltıdan sonra Edfu Tapınağı'na diğer adı ile Şahin Tanrı Horus Tapınağı'na varıyoruz. Gemiden inince faytonlar ile tapınağa gidiyoruz. Ana tapınak 25 yılda bitirilmesine rağmen kompleks 150 yıl civarında bitirilmiştir. En güzel siyah granit Horus Heykeli burada bulunmaktadır. 


Gemide alınan öğlen yemeğinden sonra Kom Ombo Tapınağı'na varıyoruz. Tepenin üzerindeki simetri bir mabetle karşılaşıyoruz. Yarısı Şahin Tanrı Horus’a ve yarısı Timsah Tanrısı Sobek’e aittir. Burası dönemin en önemli tıp merkezlerinden biridir. Diğer yönü ise Horus’un intikam alma sahneleri bulunmaktadır. Önemli noktalardan biride Nil Nehrine bağlı olan kuyudur. Bu kuyunun su seviyesine göre Firavunlar vergi topladığı söylenmektedir. Mumyalanmış timsah müzesi ayrı bir güzelliktedir.


Akşam tekrar Aswan’a doğru yol alıyoruz. Gemide terasta akşam serinliğinde içeceklerimizi yudumluyoruz. Aswan barajının büyüklüğü tahmini 500 km. uzunluğunda ve dünyanın en büyük barajlarından biridir. Mısır’da üretilen esansların merkezlerinden biri Aswan’dır. Ayriyeten bitmemiş obeliskin büyüklüğü önünde hayretimi gizleyemiyorum. Su altında kalmadan kurtarılan Philas Tapınağı’na tekne ile varıyoruz. İsis kültürünün merkezinde diğer tapınaklardan değişik olarak ezgi tanrısı Bes ile diğer müzisyenlerin rölyefleri bulunmaktadır. 


Tapınak ziyaretinden sonra feluka denilen rüzgar ile giden yelkenle ile gölde bir tur atıyoruz. 


Gemide kaptanın verdiği veda balosunda isteyenler milli kıyafetlerle katılıyorlar.


Kahire’nin gizemini sabah havalimanından hareket ettiğimiz zaman anlamaya çalışıyoruz. Refahiye Cami ile Sultan Hassan Cami yan yana bir ara sokakla ayrılıyor. Sütunlardaki işlemeler görülmeye değer bir işçilik sanatıdır.  

Kahire Kalesi ve Mehmet Ali Paşa Cami ikinci aşamada görülecek yerler. Fransızların dikili taş karşılığı gönderdiği saat cami avlusunda ki kulede bulunuyor. Ama geldiği günden beri çalışmadığı arızalı olduğu söyleniyor.


Sabah güneş ışıkları ile beraber 3 piramit bütün haşmeti ile göz alıyor. Keops, Kefren ve Mikerinos. Heybetli piramitlerin sırları hala gizemini koruyor.


Sfenks Nil Nehrinden gelen konuklara tüm azameti ile hoş geldin diyor. Aynı zamanda piramitlerin koruyuculuğunu da üstleniyor.


Dünyanın en muhteşem eserlerinin bulunduğu Kahire Müzesi eski bir binanın içinde labirent gibi koridorların birbirine bağladığı salonlardan oluşmakta. Tutankhamon’un bütün mücevherleri özel bir bölümde sergileniyor. Özel bir bölümde ise tüm mumyaları görebilirsiniz. Artık gün sonu gelirken Mısır medeniyeti bilgilerimiz ile beraber tekrar gelmek dileğiyle Türkiye’ye geri dönüş yolculuğumuza başladık…
Hem Antik Mısır uygarlığı, hem İslam Medeniyeti, hem de Osmanlı eserleriyle Mısır sizleri bekliyor.
Yazı ve fotoğraflar
Tempo Tur ile Mısır gezisi tur lideri
Tuncay ŞEN
Arkeolog

18 Ocak 2016 Pazartesi

AKDENİZ'İN EN BÜYÜK ADASI SİCİLYA ve MALTA

Akdeniz’in en büyük adası Sicilya 5,500.000 nüfusa sahip ve İtalya Cumhuriyeti’ne bağlı bir vilayet olmakla beraber özerk bir idareye sahip. Kendi yerel meclisi ve hatta milli marşı bile var.


Ada halkı bizlere yıllardır anlatılan, filmlere konu olan Mafya olgusundan çok çekmiş. Ancak, günümüzde Mafyanın şekil değiştirdiğini, söylüyor konuştuğumuz tüm Sicilyalılar. “Mafya, eski mafya değil” diyenlerin ses tonunda sanki biraz hayıflanma da var.
Hep sorulan şu oluyor genelde: “Güvenli mi?” Cevap çok net: Evet, güvenli. Hatta İtalya’nın geneline kıyasla daha da güvenli. Birçok Avrupa kentinden daha da güvenli. İnsanları çok misafirperver Sicilya’nın. Çok yardımseverler, içtenler, sıcaklar. İtalya’nın genelinde görmeye alışamadığımız derecede yardımseverler. 
Sicilya mutfağı ile de mükemmel bir seçenek. Deniz ürünleri çok zengin ve taze tüketiliyor. Catania’nın merkezinde Piazza dell’Elefante’nin hemen arkasında hergün kurulan bir balık pazarı var. Saat 11.00’de bitiyor bütün ürünler.

Karidesten tutun Akdeniz’in tüm balık çeşitlerine ne ararsanız taze taze alabiliyorsunuz. Tabii pişirme imkânı olmayanlar için de etrafta çok sayıda balık pişirme evi kıvamında restoranlar bulunuyor. Bunun dışında “Arancini” dedikleri bizim içli köfteye benzer bir yiyecekleri var ki içine koyulan malzemenin cinsine göre tatlar değişiyor. Ancak, en yaygın olanı bezelyeli, kıymalı ve mozzarella peynirli olanı.


Bir de patlıcanı çok seviyor Sicilyalılar. Hatta o kadar çok seviyorlar ki içine patlıcan koyulan bir yemek olduğu zaman İtalyanlar “Sicilya usulü” demeyi tercih ediyor. Son yıllarda adanın etrafında gittikçe azalan, ancak Sicilyalıların en sevdiği deniz ürünü Kılıçbalığı halen sofraların vazgeçilmezi. Öyle ki seçim malzemesi olarak siyasiler tarafından kullanılıyor ve “Biiiiz, iktidara gelirsek, kılıçbalıkları artık kıyılarımızda avlanabilecek!” bile diyorlar. Şaka bir yana en sevilen deniz mahsulü olma özelliğini koruyor kılıçbalığı filetoları.
Ada’nın anakaraya (İtalya’ya) en yakın noktası Messina Boğazı ve burda da Messina isimli kent kurulu. Sicilya’ya kadar gelip de görülmesi mutlak gereken bir yer ise Taormina ve buradaki antik Yunan-Roma tiyatrosu. Bu yüzdendir ki gezi programımıza dahil ediyoruz.  



Sicilya’nın simgesi hiç kuşkusuz Etna Yanardağı. Adı Yunancadan geliyor ve fırın, ocak gibi bir anlam ifade ediyor. Sicilya yaklaşık olarak 2 asır boyunca Arap hakimiyetine girmiş olması sebebiyle bu dağa Araplar Gabal al Nar yani ateş dağı adını vermişler. Sonraları, Arap hakimiyeti bitince Gabal ile Latince dağ anlamına gelen Mons kelimesinden türeyen Mongibel demişler dağa Sicilyalılar. Yani yarısı Arapaça yarısı Latince olan ve “dağların dağı” gibi bir anlama geliyor. Öyle ya da böyle çok muhteşem bir dağ Etna, öyle ki uçağımız Catania Havalimanına inerken tüm haşmetiyle bizlere “hoşgeldiniz!” diyor 3300 metre yüksekliği ile. Tabii buraya da çıkmadan olmaz. O yüzden 2000mt yükseklikteki sönmüş krater ağızlarını görmeye gidiyoruz bu yanardağın.

Arap hâkimiyeti yıllarında Sicilya’nın merkezi olarak Palermo seçilmiş ve günümüzde de Sicilya Özerk Bölgesi’nin başkenti Palermo. Catania kentinden 220 km uzaklıkta ve muhteşem bir coğrafyaya sahip. Şehrin sırtı dağlarla çevrili geniş bir midye kabuğu şeklinde bu yüzden ta eski çağlardan beri buraya “Conca d’oro”, yani “Altın Havza” denmiş. Altın denmesinin sebebi narenciye ağaçlarının üzerindeki meyvelerin bu dağların eteklerinde altın gibi parıldaması değil sadece, verimli topraklarına da bir atıf olsa gerek. Palermo’yu gezerken Mario Puzo’nun aynı adlı eserinden uyarlanan “The Godfather III” yani Baba filmi serisinin sonuncusunun final sahnesinin çekildiği Teatro Massimo’ yu ve Sicilya Özerk Bölgesi Parlamentosu’na da ev sahipliği yapan Norman Sarayını, Palatina Şapelini, Palermo Katedralini görmeden dönmek olmaz.





Sicilya’yı hâkimiyeti altına almış olan topluluklar o kadar çok ki, Fenikelilerden başlayarak sırasıyla Yunan, Roma, Vandal, Ostrogot, Vizigot, Arap, Bizans, Norman, İspanyol, Katalan, Fransız, İngiliz, Alman ve sonunda İtalyan hâkimiyetine girmiş. O yüzden konuştukları dil İtalyanca değil. Tamamen apayrı bir dil olan Sicilyaca. Akdenizli olmanın getirdiği özellikten dolayı bizlere de çok benziyorlar hem fiziken hem de örf adetler bakımından. Tabii, son yıllarda Avrupalılaşma süreciyle birlikte bayağı bir kopuş olmuş geleneklerden. 
İklim itibarıyla tam bir Akdeniz coğrafyasına sahip olan Sicilya, yazın çok sıcak oluyor. Ama, en güzel mevsim ilkbahar ve sonbahar ayları. Yılbaşında gittiğimiz Sicilya ise bize bahar aylarının sıcaklığını sunuyordu gündüzleri 21 derecelik sıcaklığı ile...
Tempo Tur ile yaptığımız gezilere Akdeniz çanağı içinde birbirlerini tarihi bakımdan tamamlayan, bütünleyen ve pekiştiren ülkeler, medeniyetler kervanına Sicilya-Malta turumuzun ilk durağı olan Sicilya  adasını gezdikten sonra akşam uçağı ile ½ saatlik yolculuk sonrası vardığımız, belki de en otantik kalmış ada olan Malta ile devam ediyoruz. Sicilya başlı başına bir yazı konusu olduğu için ayrı bir gezi notunda bahsini etmiştim.



Malta ise, yüzölçümü sadece 237 km2 olan ve aslında 3 büyük ada ve 2 küçük adadan oluşan tamamen apayrı ve bağımsız bir ülke. Başkenti olan Valletta, adını Osmanlı kuşatmasına karşı adayı koruyan ve sonunda da savaşı kazanan Fransız kökenli büyük üstat lakaplı şövalyeden alıyor. 
Malta deyince akla hemen St. John şövalyeleri geliyor. Hikayesi gerçekten çok ilginç olan St. John şövalyeleri ta da diğer adıyla Malta şövalyelerinin ilk ortaya çıkışı 11.yy civarı ve tamamen hristyan hacılara sağlık hizmeti sunmak maksatlı olarak ortaya çıkan bir tür tarikat. Bu yüzdendir ki ilk adları da hospitaliyer, yani hastane şövalyeleri. Ancak, daha sonraları Akdeniz’ de seyreden ve hıristyan olmayan gemilere saldırmaya başlayınca Kanuni sultan Süleyman döneminde 1565 yılında Osmanlı donanması adına Kaptanıderya Turgut Reis buraya bir kuşatma uygular. Bu kuşatma 4 ay sürecek ve Turgut Reis de burada şehit olacaktır. Dolayısıyla da kuşatma kalkacak ve Malta şövalyeleri gücünü tüm Avrupa’ya duyurma imkanı bulmuş olacaktır. Kuşatmanın kalktığı 11 Eylül tarihi bu nedenle halen Malta’da bir festival havasında kutlanmaya devam ediyor.
Tarihimizle bu kadar alakalı olan bir ada Malta ve insanı gerçekten çok yardımsever. Turizm ve dil okulları ülke ekonomisinin temel kaynakları. Kişi başı milli geliri 17.000 €. 1964 yılına kadar İngiliz sömürgesi olarak kalan ve aynı tarihte bağımsızlığını elde eden Malta, 2004 yılında AB’ye girdi, 2007 yılında da Schengen üyesi oldu. Kullanılan para birimi tüm Avrupa’nın kullandığı Euro. İngiliz etkisi her yerde kendini gösteriyor bunun en açık örneği trafiğin soldan akması. Ada küçük, nüfus 450.000 olunca ve bir de buna turist yoğunluğu eklenince sabah ve akşam saatlerinde trafik sorunu da yaşanıyor bu küçük adada. 
Gezilip görülmesi gereken, son derece sade ama bir o kadar ilgi çekici bir ülke Malta. Özellikle başkent Valletta birbirini dik kesen ve denize doğru uzanan sokakları ile bize İstanbul’un Galata Beyoğlu semtindeymişiz hissini veriyor. Eski büyük limandaki haşmetli kaleler, özellikle de üst kışla bahçeleri tabir edilen seyir terasından bakıldığında, 1565’deki Osmanlı kuşatmasına karşı nasıl direniş gösterildiğinin birer kanıtı olarak nefis resimler veriyorlar. 
Ülkeyi sadece tarihi yerleri görmek maksadıyla gidiyorsanız ilk ve sonbahar ayları çok uygun. Yaz boyunca sıcak ve nemli bir hava deniz tatili için ideal olabilir. Dalış okulları ve deniz sporları için yaz tatilinizde mükemmel bir alternatif olabilir. Ülkede metro, tren gibi ulaşım araçları mevcut değil. Bu yüzden ya organize bir turla ya da belediye otobüsleri ve teknelerle  gezmek gerekiyor. Gce hayatı son derece hareketli olan Malta’da özellikle St. Julians tarafı tercih edilmeli. Avrupa’nın bir çok ülkesinden üniversite okumak için Malta’ya gelen genç nüfus buraya gerçekten çok hoş bir dinamik katmış.
Malta’ya gittiğinizde görülmesi gereken yerlerin başında Valletta’nın ara sokaklarına dağılmış olan şövalyelerin bir zamanlar yaşamış olduğu Aubergin adı verilen hanlar. Gerçi, bunların çoğu günümüzde bakanlık binaları olarak kullanılmakta. 
Valletta’ya 1 saat mesafedeki Mosta kentindeki kilise görülmeye değer. Mdina ve Rabat kentleri ise Malta’nın bence en otantik kentleri. Bu iki şehir artık birbirine geçmiş durumda. Cumbalı evleri, güzel sokakları, jazz klüpleri ve nefis kahve dükkanları ile Mdina ve Rabat’ı görmeden dönmeyin Malta’dan.
Mutfak kültürüne gelince: Malta'nın geleneksel mutfağının büyük kısmini her şeyden evvel balık ve sebze oluşturuyor. Tavsan etiyle yapılan yemekler bugün bile çok yaygın. Ada üzerinde çok az doğal koşullarda yaşayan hayvan bulunmakta, dağ tavşanları bu nedenle çok nadir ve çok küçüktür. Ada mutfağı tarihsel olarak birçok kültürün adaya etkisi olması nedeniyle oldukça zengin ve çeşitlidir. Sicilya, Kuzey Afrika ve  Türk mutfağına hiç de yabancı değil damak tadı olarak. Çorba bir vazgeçilmez ada mutfağında. Sebze, kabak, balık çorbaları denemeye değer. Adaya özgü Gbejniet peyniri keçi sütünden elde ediliyor ve çok meşhur. Özellikle de Malta’ya özgü içi yumuşak dışı çıtır ekmekle yenirse…
Şarapları da son derece başarılı olan Malta’da alkolsüz alternatif olarak yöreye özgü bir içecek olan Kinnie önerilebilir. Hafif acı bir limonata kıvamında bir içecek olan Kinnie serinletme konusunda özellikle yaz aylarında son derece başarılı.
Malta’da yapacağınız gezi sonrasında evinize dönerken Maltalıların kibarlığı, misafirperverliği, ada ikliminin huzur veren dinginliği kalıyor aklınızda. Büyük kentlerde sıkışıp kalmış, ufkunu genişletmek isteyen herkese önerim bir Malta kaçamağı yapması olacaktır.
Yazı : Nezih Yılmaz

12 Ocak 2016 Salı

LALENİN HER RENGİ: KONYA LALE TARLALARI



Bir söylenceye göre yaprağın üstündeki bir çiğ tanesine yıldırım düşmüş, böylece çiğ tanesi ve yaprak alev almıştır. Daha sonra donarlar ve lale meydana gelir. Bu hikâyeden yola çıkarak, lale çiçeğinin ortasındaki koyuluğun bu yanma işleminin sonucu olduğuna inanılırdı.
Çatalhöyük’ten Asya Lale’nin tarlalarına doğru yol alırken, otobüste, ellerinde fotoğraf makineleri hazır, rengarenk tarlaları görmek için sabırsızlanan yolcularla bu küçük hikayeyi paylaştım. 
Tempo Tur’ un ilklerinden biri olan bu turun şanslı rehberi olarak, herkes kadar ben de heyecanlıydım.
Ama önce Çatalhöyük’le başlayalım.


Ortalama insan ömrünün 35 yıl olduğu, ortalama 80 yıl dayanacak, ömrü bittiğinde ise yıkılıp üstüne aynısı defalarca inşa edilecek tek göz evlerin arasında neredeyse hiç sokak bulunmayan, insanların öldükten sonra yaşadıkları evlerin altına gömüldüğü ama ölen kişinin hala kendileriyle birlikte olduğuna inandıkları için, insanların mezarların bulunduğu bölgenin üstünde yattıkları bir dönem: Neolitik Dönem.

M.Ö. 7400 ve 6200 yılları arasında yaşanmış müthiş bir yer Çatalhöyük. Sokaklar yok. Neredeyse bütün evler birbirlerine bitişik. İnsanların bir arada oldukları yer ise şehrin ortasında yer alan avlular. Kapı göremezsiniz; Çünkü kapılar evlerin üzerinde yer alıyor. Merdiven kullanarak evlerine giren insanların güvenlik amaçlı bu şekilde yaşadıkları düşünülse de Çatalhöyük’te savaş izine hiç rastlanmamış. Evlerin içerisinde yemek pişirmenin yanı sıra sepet örmek, çanak çömlek yapmak için de kullandıkları fırınlarının yanında kurutulmuş et, bezelye, mercimek, buğday, arpa saklanılan depoları da vardı. Obsidyen stokunu da unutmamak lazım. Kapadokya’da beyin ameliyatı yapmakta bile kullanılmış bu siyah taş, sert yapısı sebebiyle avcılık için tercih edilmiş. 8-10 kişinin bir arada yaşadığı bu evler, ömürleri bittiğinde yıkılmış, içleri toprakla doldurulmuş ve eski duvarlarının üzerinde, mimarisinde hiç değişiklik yapılmadan tekrar inşa edilmiş. Ortalama 80 yıl ömrü olan bu yapı topluluğu Çatalhöyük’ te 18 kat boyunca yükseliyor.


Çatalhöyük kazı alanını gezmeden önce deneysel evi gezip neolitik yaşamın bir örneğini görebilirsiniz.


Konya Çatalhöyük ve Lale Tarlaları turumuzdan bir gün önce dileyen misafirlerimizle birlikte Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni ziyaret ettik. Bir neolitik dönem örneği olan bu evi görenlerin dikkatini çeken ilk şey ise ölü gömme adetlerini yansıtan iskeletler. Neolitik dönemde bir evin içerisinde yaşayan insanlar, o evin altına gömülürlerdi. İnsanlar, yakınlarını gömdükten sonra onlarla günlük yaşamda hala beraber olduklarını düşündükleri için bu iç gömü âdetini benimsemişler. Hocker tarzı gömü denilen cenin şeklinde gömü çok dikkat çekici. İnsanların anne karnında bulundukları pozisyondan etkilenip dünyaya nasıl geliyorlarsa öyle gitmek istemişler sanırım. Tabi ölü hediyelerini de unutmamak lazım. Ölümden sonra yaşam inancını benimseyen bu insanlar, ölülerinin yanına, diğer dünyada lazım olabileceklerini düşündükleri değerli eşyaları da koymayı unutmamışlar. 

1960’ larda Çatalhöyük’ te bulunan bu duvar resminin Dünya’nın bilinen en eski haritası olduğu düşünülüyor. Orjinali ise Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde.


Çatalhöyük ziyaretini tamamladıktan sonra Karapınar’a doğru yola çıkıyoruz. Karapınar karşıda görünmeye başladığında soldaki toprak yolun kenarındaki Asya Lale tabelasına dönüyoruz. Toprak yolda üç kilometre hiç bitmeyecekmiş gibi geliyor. Yokuş yukarı çıktığımız için tarlaların yanına gelene dek herhangi bir renkten eser yok derken rengârenk tarlaların yanında buluyoruz kendimizi. Tarlaların başlangıç noktasına gidene dek herkes ayakta, sabırsızlıkla inmeyi bekliyor. 

İşte! Mutlu Son. 
Tüm o rengârenk lale tarlalarının arasında gezinmenin nasıl bir his olduğunu anlatmam gerekirse, o anda düşündüğüm şey cennetin böyle bir yer olabileceğiydi. Şiddetli rüzgârdan dolayı yuttuğum tüm o tozları saymazsak tabi.

Yazı ve Fotoğraflar: Pınar GÜNER