21 Mart 2015 Cumartesi

VEZİRLER ŞEHRİ TRAVNİK VE IVO ANDRIC

2014 Ramazan Bayramı tatilinde Saraybosna’daydım. Oradan turla günübirlik Travnik’e geçtik. Travnik’te dolu dolu bir gün geçirdik. Belkide bu yazının başlığı “Travnik’te Bir Gün” olmalıydı.
Bosna-Hersek denilince hep Saraybosna ve Mostar akla gelir. Oysa Nobel Edebiyat Ödüllü yazar İvan Andriç’in de doğum yeri olan ve buram buram tarih kokan Travnik’te gezilmeye görülmeye değer bir kenttir. Ama ne yazık ki az bilinir. O nedenle bu kez kısa kısa notlar ve bolca fotoğraflarla bu kenti anlatmak istedim ve adını “Vezirler Şehri Travnik ve Ivo Andric” koydum.
Travnik Saraybosna’nın batısında yaklaşık 90-100 km uzaklıkta 60.000 nüfuslu küçük bir yer. Dağların arasında yemyeşil bir vadide kurulmuş. Kendi küçük ama önemi büyük olup namı diğer “Vezirler Kenti” dir. Osmanlı’ya tam 77 vezir vermiş bu kent. Onlar da doğdukları kente vefalarını okullar, camiler, çeşmeler gibi daha pek çok eserler yaptırarak göstermek istemişler. Bazı vezirlerin mezarı da burada. Tüm bu eserlerle tarihi dokusunu hala koruyan Travnik,  gezilmeye görülmeye değer bir şehirdir.


Burada ilk durağımız tarihi Elçi İbrahim Paşa Medresesi. Halen okul olarak kullanılan bu bina gerek mimari dış cephesi açısından gerekse iç donanımı açısından etkileyiciydi.


Oradan yürüyerek öğlen yemeği yiyeceğimiz yere geldik. Burası meşhur Mavisu’ymuş. Lasva Nehri’nn çıktığı yer. Su sesinin ne kadar dinlendirici olduğunu bir kez daha anladım. Su sesi, kuşlar ve güzel bir manzara eşliğinde alabalık ya da cevabi güzel gitti doğrusu. Yemekten sonra gelen  ev yapımı baklavanın tadına bakmasam da hemen ardından gelen kahve çok iyi geldi. Lokumlu Türk kahvesi olmazsa olmazdı.




Yemekten sonraki durağımız Travnik Kalesi’ydi. Yürüyerek çıkacağımızı sandığımız kaleye taksilerle  çıktık.  Bir köprüyle tek bir girişi olan kale yüksekte, oldukça  zorlu bir yerde kurulmuştu ama manzarası harikaydı. Rehberin anlatımlarından sonra kaledeki küçük müzeyi gezdik. Bu küçük müze Travnik’in geçmişi hakkında biraz fikir verdi. En tepe noktasına çıkıp manzaranın fotoğraflarını çektik.  

                                                                                                                                                   
            
Ardından yürüyerek merkeze indik. Burada halk arasında Alaca Cami olarak bilinen Süleymaniye Cami’ni gezdik. İçi de dışı da renkli bu caminin bezemeleri de çok güzeldi






Sonraki durağımız olan İvo Andric evi benim için sürpriz oldu. Drina Köprüsü’nü üniversite yıllarında okumuş ve sevmiştim.

Nobel Edebiyat Ödüllü(1961) Hırvat yazar olan Ivo Andric 1892'de Travnik’te doğmuş. ZagrebViyana ve Krakow'da sürdürdüğü eğitimini Graz Üniversitesi'nde verdiği "Osmanlı Yönetimindeki Bosna-Hersek'te Kültür Yaşamı" konulu doktora tezi ile tamamlamış. Kitaplarında Balkanlarda yaşanan olayları tarafsızlıkla anlatması ile bilinir. Hümanist olan Ivo Andrić eserlerinde çeşitli dinlerin ve soyların kaynaştığı bu bölgede din ve ırk ayrımı yapmadan, anlattığı olaylarda yer alan bütün kişilere eşit bir sevgi ve ilgi gösterdiği belirtilir. Nitekim “Drina Köprüsü”de bunun iyi bir örneği olarak okunması tavsiye edilir. Ayrıca yazarın “Travnik Günlüğü”de iyi bir kaynak olabilir.
Bayram nedeniyle müzeev kapalıydı.Evin içini gezemesek de dıştan birkaç fotoğrafla yetindik.  Bayramı fırsat bilen dilencileri de ihmal etmedik. Onları da kareye aldık ve yazarın ruhunu şad eyledik.
( 02.03.2015 tarihi itibariyle büyük yazarımız Yaşar Kemal’i anmadan ve onun ruhunu da şad etmeden olmazdı. Sizleri unutmayacağız, barış içinde daha güzel bir dünyaya!)



















Oradan yürümeye devam ettik. Şehrin ortasındaki cadde de bazı Vezirlerin türbeleri var. Onları fotoğrafladık.

 
























Ana cadde üzerinde fotoğraflar çeke çeke yeşil pervazlı camiye geldik. Ama ondan önce gördüğümüz  


Boşnak çoban köpeği Tornjac heykelinden de bahsetmek gerekti.


Aynı cadde üzerinde geldiğimiz yöne dönüp caminin arkasında parktaki gençlerin fotoğrafladık. Fotoğraf anlamlıydı. Çiçeklerle kutsanan başsız kadın heykelinin yanında içen gençler bana Gülten Akın’ın bir şiirini (Kent bitti)  hatırlattı. Ülkemde de başı olmayan kadınlar makbuldü. 




Camiler, çeşmeler, parklar, saat kulesi, Osmanlı mezarları, heykeller derken vakit çabuk ilerledi. Gün ne çabuk bitmişti. Sanırım Travnik’i 2 gün ayırmak daha iyi olabilirdi. Eminim gezemediğimiz göremediğimiz daha pek çok yer kaldı. Bir daha gelmek için bahanemiz olsun.




Travnik’ten hareketle 1,5-2 saatte yine Saraybosna’daydık. Saraybosna başlıbaşına ayrı bir yazının konusu olsun. Savaşsız, çatışmasız bir dünyada sevgi ve barış içinde birlikte yaşamak dileğiyle, dostça ve gezgince kalın, kitaplarda ve çeşitli coğrafyalarda yolculuğunuz hiç bitmesin.
Yazı ve Fotoğraflar:Sultan SARI

7 Mart 2015 Cumartesi

KAR GÜZELLERİ: KAR-TALKAYA VE KAR-TEPE

Karadenizli tutturmuş:
-Başbakan ben olacağım!...
Memleketin halini bilen bir arkadaşı iyi niyetle uyarmış :
-Yahu sen deli misin?
Karadenizli lafını esirger mi :
-Şart midur?
Rizeli bir ‘Deli’nin inadı                                                                       
Orman Mühendisi olan Rize’li Mazhar Murtezaoğlu, 1960’lı yıllarda Bolu Dağı’nda otobüsler için ilk mola tesisini yaptığında ‘Yahu kim durur bu dağ başında, sen deli misin?’ demişler. Bu tesis başarılı olunca onlarcası daha yapılmış yol boyunca. Mazhar Bey bu tesisi Varan Seyahat’e satıp Koru Motel’i yapınca ‘Yahu deli bu adam, kim konaklar bu dağ başında!’ demişler. Bu yatırım da çok başarılı olmuş.  O yıllarda Ankara- İstanbul arasında seyahat eden iş adamları otoban olmadığı için bir gece orada konaklayıp yollarına devam ederlermiş. Koru restoranın köpüklü ayranı, domates çorbası, mantar sotesi meşhurmuş. Mazhar Bey’e ayranı nasıl böyle köpüklü yaptığını soranlara, çamaşır makinesinde yaptığını söylermiş. Pratik Karadenizli zekası işte!



En büyük deliliği: Kartalkaya!                                                                                                         

Bir gün ailesiyle Uludağ’a tatile gitmiş. Oradan dönerken Türkiye’de neden sadece Uludağ olduğunu, başka dağlarda niye kayak merkezi yapılmadığını düşünmüş. Bolu’ya geldiğinde araştırmaya başlamış. Aladağların en yüksek bölgesi olan Kartalkaya’yı gözüne kestirmiş. Arkadaşlarına, burada otel yapmak istediğini söyleyince aynı klasik cevabı almış: ‘Delisin sen!’. Yol, su ve elektrik olmayan bir yerde otel yapmanın akıllıca olmadığını söyleyip vazgeçirmeye çalışmışlar. Ama o yılmamış, Avustralya’dan uzmanlar getirtip bu bölgeye kayak merkezi yapılıp yapılmayacağını sormuş. Uzmanlardan olumlu cevap alınca çalışmalara başlamış. İnşaata başlamadan önce 2 kış süresince kar yağışı ve kar kalınlığı incelenmiş, sonuç olumlu çıkınca otel inşaatı başlamış. Zamanında katırla bile çıkılması zor olan bu tepeye yolu, elektriği, suyu getirmiş, 12 bin çam ekerek, dağbaşını ormana çevirmiş. Kartalkaya’nın ilk oteli olan Kartal Oteli’ni 1978 yılında tamamlayıp hizmete açmış. İlk yıllarda tanıtım konusunda sıkıntıları olmuş ama kayak merkezine gelen tatilciler Kartalkaya’nın güzelliğini görünce sürekli gelmeye başlamış ve sadık bir müşteri portföyü oluşmuş. 1998 yılında Grand Kartal Oteli de hizmete açmışlar. 


20 kilometrelik kayak pisti  Kartalkaya, Abant ve Yedigöller’den sonra Bolu’nun 3. Markası olmuş, Uludağ kadar tanınıp kayak turizminin gözdesi haline gelmiş. Türkiye’nin en uzun kayak pistlerine sahip (toplam 20 kilometre), pistler çok düzgün ve temiz. Zamanında Mazhar Bey köylüleri yövmiyeyle çalıştırıp tek tek taşları pistlerden toplatmış. Pist düzeltmeye yarayan araçlardan Uludağ’da bile sadece iki tane varken Mazhar Bey’in araç parkında 4 tane var. Bolu’da adı deliye çıkan Murtezaoğlu’nun ileri görüşlülüğü ve girişimciliği efsane olmuş. Bu ilham verici hikâyeyi, Bolu gezimiz sırasında rehberimiz Arif Çakır’dan dinledik. Kartalkaya bugün, değişik eğimlere sahip sürekli bakımı yapılan pistleri ile her yaş ve ustalık seviyesindeki kayak severler için vazgeçilmez bir seçenek. Minibüsümüz karla kaplı dağ yolunu tırmanırken zorlanıyordu. Neden tuzlama yapılmadığını sorduğumuzda rehberimiz tuzun kayak pistlerine zarar vereceğini söyledi. Bu yüzden yola kesinlikle tuz dökmüyorlar. Karla mücadele ve yolun açık tutulmasını işini de oteller üstlenmiş, yolu açık tutmak için gece gündüz çalışıyorlar. 


Kardan Anıtlar, Buzdan Heykeller  Bu sene kar yağışı çok bereketli olmuş, eski karlar erimeden tazesiyle kaplanmış. Virajlı dağ yolunda usulca ilerlerken, karla kaplı dev çam ağaçları saygı ve hayranlık uyandırıyor. Üzerlerine çöken karın ağırlığı onları birer anıt gibi önümüze dikiyor.  Uzun Parka giymiş yaşlı bilgeleri andıran bu dingin halleri masalsı bir hüzün barındırıyor. Doyumsuz güzellikteki bu tablo bana eskiden TRT 3. kanalda resim yapan bonus kafalı Bob Amca’yı hatırlatıyor (nur içinde yatsın!). Yolun sağına soluna parketmiş traktörleri görünce ortamın büyüsü bozuluyor. Bunların, kara batmış araçları kurtarmak veya lastik zinciri pazarlamak için pusuya yatmış yöre halkı olduğunu söylüyor Arif Hoca. Bu fırsatçılık karşısında hayranlık yerini şaşkınlığa bırakıyor. Kartalkaya’ya varınca sıcak bir şeyler içmek için piste bakan otel terasında oturuyoruz. Karşı masada Bergüzar Korel oturuyor, içecek almak için sırada bekleyenler arasında ‘Muhteşem Süleyman’ da var. Halil Gencer’i yeşil kayak montu içinde görünce biraz heyecanlanıyorum. O da sanki ‘inşallah bir tanıyan çıkmaz!’ tedirginliği içinde yüzünü beresinin altına gizlemeye çalışıyor. Kartalkaya’da telesiyej ve teleskiye binme ayrıcalığı sadece kayak yapan misafirlere sunuluyor. Dizimdeki sakatlık tam olarak iyileşmediği için kaymaya cesaret edemiyorum ve hevesimi Kartepe’ye saklıyorum.
Ağaçların üstünde buzdan Danteller  Kartepe kayak merkezi, Sakarya merkez ve Kocaeli’ye 1’er saat mesafede. Bu nedenle günübirlikçiler ve piknikçiler arasında çok popüler. Profesyonel kayak tutkunlarından ziyade, aileler tarafından daha çok tercih ediliyor. Kartalkaya’yı ‘beach’ kabul edersek, Kartepe daha çok ‘halk plajı’ görünümünde. Ama bana kalırsa daha sevimli ve eğlenceli. Kartalkaya’nın buzdan heykelleri andıran çamlarının yerini yaprak döken ağaçlar almış burada. İnce dallarından sarkan kar kristalleri buzdan danteller gibi desenler oluşturuyor. İzlemeye, resimlemeye doyamıyorum. 


Telesiyeje ilk kez bineceğim için gergin ve heyecanlıyım. Sıra bize geldiğinde kendimizi yumuşak koltuğa bırakıyoruz ve Noel Baba’nın geyikli kızağına binmiş gibi göğe yükseliyoruz. Uçan salıncağa binmek gibi tuhaf bir duygu bu. Salıncak çıktıkça çıkıyor ve beyaz kumdan yapılmış bir çöl gibi duran tepeler altımızda kalıyor. Kartepe’nin zirvesi olan Geyikalanı tepesine vardığımızda telesiyejden atlıyoruz. 


Burada güzel bir tesis inşa edilmiş, biraz ısınmak ve dinlenmek için sıcak lobide oturuyoruz. Dışarı çıktığımızda nefis sacda kavurma kokusu geliyor burnumuza. Kar üstünde sucuk ekmek, köfte ve sac kavurma kokuları birbirine karışıyor ama biz iştahımızı Maşukiye’ye saklıyoruz. Allahtan yola erken çıkmışız, biz Kartepe’den inerken kilometrelerce süren bir konvoyu geçiyoruz. İnsanlar yukarı çıkmak için saatlerce konvoyda bekliyor.


Aşıkların yeri Maşukiye, Kartepe’nin eteğinde, İzmit körfezini ve Sapanca Gölü’nü kuş bakışı gören harika yerler var. Maşukiye’de bunlardan biri. Dere kenarına kurulmuş ahşap kulübeler, şarap evleri ve lokantalar Maşukiye adına yakışır bir romantizm vaat ediyor. Burada menü oldukça zengin; çömlekte kaşarlı mantar, alabalık, tavuk ve her türlü ızgara çeşidi var. Yemek molasından sonra son molayı Sapanca Gölü kıyısında veriyoruz. Hava puslu ve yağmurlu; kahvemizi göl kenarında içip turumuzu bitiriyoruz.


Yazı ve Fotoğraflar: Serdar KİRMİT