15 Kasım 2013 Cuma

BÜYÜLÜ SESLER " SPENTE LE STELLLE " ve PREZIOSA'nın YANSIYAN IŞIKLARI

Geçen yıl Ege- Adriyatik turuna  gene çok büyük bir gemiyle  gitmiştim. Bu yıl  farklı bir heyecan vardı bende. MSC'nin en büyük ve  en yeni  gemisi Preziosa ile  14-21 Temmuz 2013'te  Batı Akdeniz'e açılacaktım.  Bize Preziosa 'yı tercih etmemizi öneren gene Tempo Tur'dan Gülden  Kaya  Hanım oldu. Öneri çok güzeldi. Rota ile geminin  ihtişamını  da  düşününce   karar vermek  hiç de zor olmadı.
Bu tür seyahat deneyimim olduğu için  her gemide geçerli olacak kurallar aşağı yukarı  bir birine benzer olacaktı. MSC'nin Türk rehberi  Murat Yılmaz Bey , seyahat öncesi telefonla tek tek tüm Türk yolcuları   arayıp  hem  gemi  hem de geçerli  kuralardan söz etti. Rehberimiz  ve grupla İstanbul Atatürk Hava Limanında buluşmak üzere Ankara Esenboğa'dan  14 Temmuz 2013 sabahı erken bir saatte  yola  çıktık İstanbul'daki  işlemler sonrası  da rahat bir yolculukla  ver elini Cenova.
Çok geçmeden hava Alanındaki  pasaport kontrolü   sonrası bizi bekleyen otobüsümüzle limana doğru yola çıktık. Varış noktamıza  yaklaşırken  liman binasının hemen  arkasındaki muhteşem görüntü çok etkileyiciydi. İşte, PREZİOSA   bizi dostça kucaklamaya hazırdı.




Limanda ki  rutin  pasaport kontrol ve " check-in " işlemlerinin  yapıldığı  salonda çok  renkli bir  karnaval  havası  vardı.  En başta ki masada içecek ikramı yapılırken Sağlı-sollu kurulan masalarda  çok sayıda tanıtım broşürleri ,resimler duruyordu.    MSC görevlileri  yolcuları  sıcak  bir misafirperverlikle   karşılayıp Preziosa'daki  aktiviteleri   anlatıyor  ve geminin tanıtımını yapıyorlardı.Gemiye adım atmadan  önceki en son noktada  ise tek dekoru  bir gemi çarkı  olan  mini fotoğraf stüdyosunda  gelen her yolcunun fotoğrafı çekiliyordu.Hani   askerlik yapanların çeşitli  fonlarda  çekilmiş . "Askerlik   Hatırası"  "   fotoğrafları  vardır ya   aynen onlar gibi , bu ilk çekilen resimler de  " Cruise Hatırası"  oluyordu  Daha sonra bu fotoğraflar gemideki fotoğraf galerisinde sergileniyor ve satın alınabiliyordu.Geminin  giriş kapısındaki  X-Ray ve diğer kontrolün tamamlanmasıyla artık 4000  yolcu  kapasiteli Preziosa'ya  adım atmış oluyorduk. Bir ışık seli içindeki  lobiden geçerek  aynalı kapıları olan  bir panaromik asansörle kabinimizin olduğu  8 .güverteye çıktık. Nereye göz atsam  bir film sahnesi kadar  etkileyici  ve  büyülü bir atmosfer vardı. Valizlerimizi  limanda  tanımlayıp MSC görevlilerine teslim etmiştik. Bir süre sonra  onları da kabinimize getirdiler.  Kabinimiz'in  penceresinden  Cenova 'nın silueti ilginç bir görüntü veriyordu.




Geminin demir almasına  epeyce bir süre  vardı.Kabinimize biz gelmeden önce bırakılmış  olan bilgi formlarına ve gemi planına  göz attıktan sonra  yapılacak en iyi iş gemi planını elimize alıp gemiyi tanıma turuna çıkmaktı. Limana  veda saatinde de  14. Güverteye çıkıp cam önündeki masalardan birinde oturarak müthiş  bir manzara izledik.

İki oturumlu akşam yemekleri  görsel bir şölen gibiydi.  Bu  uygulama,  Yolcu kapasitesi çok faza olan bir gemide   yemek saatleri ile  tiyatro salonundaki gösterileri, konserleri  misafirlere  iki ayrı  grup olarak izletme imkanı sağlıyordu.  Ayrıca,barlarda  her izleyicinin  seveceği, farklı  müzik  dinleyeceği ve dans edebileceği  canlı müzik performansları  mevcuttu. Bir bakıyorsunuz  ki bir barda  kendilerini  nostaljik bir şarkıya,  "Roberta" ya kaptırmış dans ediyorlar. Bir başka yerde   ise tangolar çınlıyor  kulağınızda.




Görkemli bir giriş noktasında olan Preziosa Bar'da   çok yüksek bir tavandan ışık şelalesi gibi aşağıya doğru uzanan bir avize. hemen onun altındaki  platformda piyanoya eşlik eden yaylı sazlar her akşam  ünlü klasik müzik örnekleri sunuyorlar.  Bir Soprano da  büyülü sesiyle her dakika  çevresinde  dinleyicilerin sayısını arttırıyor Ne zaman bu etkileyici performansı  video'ya almak istesem de  başaramıyorum. Çünkü, oradakiler da aynı  şeyi yapmak istiyor.Çok hareketli bir ortam .Lobide yer bulamayanlar bir üst katta çıkıp  balkonlardan  dinliyorlar.


 6 ve 7. Katlarda yer alan " Platinum   Theatre" salonunda   ise  her akşam  genellikle Müzikallerden operalara kadar uzanan bir müzik yelpazesi sunumu   yer alıyor .Bunlar arasında  çok muhteşem bir  klasik müzik sunumu  vardı ki söz etmeden geçemeyeceğim  .
Bu konsere  o akşam biraz gecikme ile gittim. Program henüz  başlamıştı  ve tiyatro salonuna uzanan   ışıklı  koridor  boyunca etkileyici  bir müzik dalga dalga yayılıyordu .Ve bu Emma Shapplin 'den dinlemeye alıştığım "Spente  Le Stelle" idi.  Salona girip ilk bulduğum yere  oturup kendimi  müziğe, bu büyülü sese kaptırıp gittim.Sonra, başımı kaldırıp yüksek tavana  baktım. Bu ses  sanki tavana değil de sıcak bir Akdeniz akşamında gökyüzüne, yıldızlara kadar  uzanıyordu. Ayrıca  bir koro da Sopranoya bu eserde eşlik ediyordu. Bir düet sonrası  ünlü bir  Celine Dion Şarkısıyla geldi soprano  sahneye" My Heart Will Go On "  diye dokunuyordu yüreklere. Repertuarda özel olarak seçilmiş  eserler yer alıyordu.Daha sonra  da Tenorun  söylediği " Dicitencello Vuie"adlı aryayı   dinlerken nefesim tutuldu adeta. Bir an gözlerimi kapadım  ve  kendimi  Tenor Carreras 'ın  bir konserinde  gibi hissettim. Gerçekten çok müthiş bir yorumdu bu.



Geminin her köşesinde gece- gündüz spordan  dans derslerine  kadar her tür aktivite  ve Aqua Park ,Spa - masaj  seansları çeşitli ilgi alanları olanlara hitap ediyor.

En önemli  olan da geminin   gittiği limanlarda,çok seçenekli  gezi programları sunulmasıydı.Genellikle 4,5- 5 saatlik turlar çok iyi organize edilmiş. MSC nin Türk Rehberi  Murat  Yılmaz Bey de  yanımızda olmak üzere,Türk yolcular ayrı  bir grup halinde , ayrı otobüsle yola çıkıyor. ayrıca bir de yerel rehber gruba eşlik ediyordu.MSC 'nin rehberi Murat Bey, böylesine büyük  bir gemide bizlerle her zaman çok iyi  bir iletişim ağı kurdu.  İletmesi gereken ek bilgiler veya  hatırlatmalar olduğunda özellikle  yemek saatlerinde Türk yolcuları  bularak  güncellemeleri iletti.
Batı Akdeniz turunda sırasıyla Napoli, Messina, La Goulette( Tunus ) , Barcelona  ve  Marsilya'ya uğradıktan sonra  tekrar Cenova'ya dönerek turu  tamamlıyoruz  .La Goulette ( Tunus)  ile Barcelona arasında  iki gece ve tam bir gün  uzun uzun denizde seyir var. Müthiş  iki  ton mavilik bir birine karışıyor;  Gök ve  Deniz  öylesine güzel ki  ...Geceleri de gri-- mavi bir gökyüzü  ışıldayan yıldızlarıyla kucaklıyor sizi.  Kutup yıldızını  görüyorum , Büyük Ayı, Küçük Ayı  takım  yıldızları hep orada  duruyor.  Aynen çocukluğumuzda   gördüğümüz yerde. Gözlerim onlara takılıp kalıyor. İyi ki diyorum  Preziosa ile açılmışız  Batı Akdeniz'e.

 YAZI VE FOTOĞRAFLAR: PINAR YAMAÇ

23 Eylül 2013 Pazartesi

HİTİT KENTLERİ'NE KISA BİR YOLCULUK


Hattuşaş, gizemli Hitit Uygarlığı'nın başkentidir.  M.Ö. 17- 13. yüzyıllar arasında başkent olarak tarih sahnesinde yer almış  bu şehirden kalanlar 1986 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine alınmıştır. Çorum'un  Boğazkale ilçesi yakınlarındaki bu tarihi yerleri çok uzun zamandır görmek istememe karşın  gezi 8 Eylül 2013 Pazar gününe kısmetmiş. 
Tempo Tur ile pazar sabahı 07.30 sularında hareket ettik ve 08.00 sularında Ankara sınırlarını terkettik. Kısa molalardan sonra saat 11.00 e doğru Yazılıkaya'daydık. 


2 galeriden oluşan  bu kayalarda kabartmalar  yağmura, kara, Çorum'un meşhur rüzgarına rağmen binlerce yıldır ordalar.  M.Ö 13. yüzyıla tarihleniyor bu açık hava tapınağı.  12 tanrı kabartmasının İsa'nın 12 havarisi ve 12 imamla da ilişkilendirilmesi ilginçti.
Buradan 2 km uzaklıktaki "Hattuşa" ören yerine geçtik. Girişte  sur duvarlarının  65 metrelik küçük bir kesiti aslına sadık kalınarak yeniden inşa edilmiş. Bu kesit 6,6 km'lik surların ½1'ine tekabül ediyordu.  Sur duvarlarını fotoğraflamaya çalışırken gördüğüm Hattuşa içini gezmek için oturma yerleriyle donatılmış traktör de güzel ülkemin güzel insanlarının  harika buluşlarından biriydi ve benim sur duvarları kadar ilgimi çekti.  


Böyle içinden traktör geçen ve arabayla gezilebilecek bir şehir kalıntısı karşımızdaydı. 6,6 km lik dış surlar şehrin büyüklüğü konusunda bir fikir vermişti. "Aşağı Şehir"e ilişkin önemli bir bilgi de buradaki büyük tapınak kalıntısı ve meteor olduğu düşünülen koyu yeşil değerli bir taştı. Bu değerli taşa dokunmadan geçmek olmazdı elbette. 


Daha sonra aracımıza binip "Yukarı Şehir"e geçtik. Burada  "Arslanlı Kap"ı ve ardından "Yerkapı"yı gördük. Yerkapı denilen tünelden şehir surlarının dışına çıktık ve yarım piramit şeklindeki duvarı gördük ve dik merdivenlerden çıkıp Sfenksli kapıyı fotoğrafladık. Ardından "Kral kapı" derken, Hattuşa'nın dört kapısından girip çıkmış olduk. 


Sfenksli Kapı ve Kral Kapı'dan Bin Tanrılı Kent olarak tanımlanan Hattuşa'nın Tapınaklar Bölgesi (bugüne kadar sadece 31 tapınak kalıntısı ortaya çıkarılabilmiş) de denilen "Yukarı Şehri"ni fotoğrafladık. 


Hattuşa'dan çıkan eserler  Boğazkale ilçesindeki müzede sergileniyor. Kesinlikle görülmeye değer, iyi düzenlenmiş bir müze.


Ardından Hattuşa'dan 39 km uzaklıktaki Alacahöyük'e geçtik. 1835 yılında keşfedilen Alacahöyük yıllardır kazılmakta ve bu kazılardan çıkarılan eserler hemen yanındaki müzede sergilenmekte. 


Rehberimiz döneminin önemli bir kült ve sanat merkezi olan Alacahöyük'te,  4 uygarlık çağı açığa çıkarıldığını söyledi. Şehre girişteki sfenksli kapı ve duvarlara işlenmiş rölyefler Hitit dönemi eserleri. Buradaki çift başlı kartal çok etkileyici.


Günümüzde pek çok ülkenin sembollerinden biri karşımdaydı. Bir diğer ilgimi çeken şey de hanedan mezarlarıydı. Alacahöyük'teki bu mezarlarda bulunan önemli eserler Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesinde sergilenmektedir. 


Alacahöyük'ü hızla gezdikten sonra aynı gün içinde 49 km uzaklıktaki Çorum'a geçtik ve Çorum Müzesini'de gezmeyi başardık ve mutlu olduk. Öyleki Müzede  fotoğraf çekimi yapan gelinle damadın mutluluğuna bile ortak olduk. Bina olarak kendisi de korunması gereken taşınmaz kültür varlığı niteliğindeki müze Arleolojik ve Etnografik  olmak üzere 2 bölümden oluşmaktadır. 


İçi son derece modern güzel düzenlenmiş. eserlerin teşhir ve korunmasından, merdiven kenarlarındaki asansör olarak kullanılan Lifter ve Hitit atı şeklindeki similatöre (Hattuşa ören yeri sanal olarak gezilebiliyor)  kadar pek çok şey dikkatimi çekti. Eserleri saymıyorum, o kadar çok ki... Fazla söze gerek yok, en kısa sürede bir daha gitmek ve daha uzun kalmak  en iyi çözüm. 


Sağlıkla, dostlukla  ve gezgince kalın...


YAZI VE FOTOĞRAFLAR: SULTAN SARI

19 Temmuz 2013 Cuma

Hey Gidi Karadeniz...


Tayfun Talipoğlu’nun dediği gibi "Karadenizli Olmak için Karadeniz'de doğmak gerekmiyor, sevdalanmak yeter!" Karadeniz sevdamın özeti bu cümlede belki de... Güzel ülkemizin bir çok bölgesine tur lideri olarak gittim. Sayısını hatırlayamayacağım kadar çok insanı gezdirdim, güzel anılar biriktirdim hafızamda. Geriye dönüp baktığımda; adımlarımın, en unutulmaz anılarımın ve yüreğimin hep Karadeniz'de olduğunu farkediyorum. Karadeniz'i ülkemizin diğer coğrafyalarından ayıran ve özel kılan en önemli özelliği, yerel kültürünün zenginliği...


Yediğiniz yemekler, dinlediğiniz müzikler, halk oyunları, aynı coğrayanın içinde  farklı diller ve fıkra gibi komik olayların kahramanı tipik Karadeniz insanın gülümseten öyküleri... Bu topraklara ayak basan, tertemiz mis gibi havasını koklayan herkesi içine alır  Karadeniz... Doğası ve insanıyla kendine özgü bir yerin melodileri de farklı oluyor haliyle. Karadeniz insanını anlamanın en iyi yolu "Karadeniz Türküleri"ne kulak vermek bence.  Sözleri, müziği, enstrümanlarıyla dinleyenleri sarıp sarmalayan güzelim Karadeniz Türküleri...


Tempo Tur ile çıktığımız Karadeniz gezilerinde dillerden düşmeyen Gökhan Birben'in sesiyle hayat verdiği şu mısralara bir kulak verin derim;
"Kar yağdi dağlaruma/Sevduğum uşumedum/Seni böyle severken/Sonini düşunmedum/Geldi ayriluk vakti/Gene deşildi yürek/Ot yesam yaylalarda/ Bana ne lazim borek..."  http://www.youtube.com/watch?v=1kz2cmytkXE

Müzik dışında Karadeniz turlarının olmazsa olmazı "Horon oynamak" ve bilmeyenlere horon öğretmek elbette :) Kemençe, tulum, kaval, akordion ve davul- zurna ile oynanan bir çok horon şekli olsada, tur sırasında en çok kemençe ve tulum eşliğinde oynan oyunlar tercih ediliyor. Kemençe'nin sesini duyduğu an kıpır kıpır olan Karadeniz insanının çoşkusu o kadar davetkar ki, horon oynamayı biran önce öğrenmek ve bu çoşkuya eşlik etmek istiyor insan. Hele tulum eşliğinde horon oynamanın tadı bir başkadır. Çünkü Karadeniz'de duyguların dilidir tulum... Öfkeli, kızgın, neşeli yahut sevecen...


Tulum eşliğinde oynanan horonda, tulumun ilk sesiyle oyun başlar ve 1 kişi tarafından yönetilir.Oyunu yönetenin verdiği komutları ekipteki tüm oyuncuların uygulaması zorunludur. "Fora" nidasıyla bazen türkü söylenir bazen de manilerle  atışma yapılır. 3 veya 4 kişi birlikte türkü ve mani söyler diğerleri tekrarlar. Manilerden bir kuple  efendim:
"Derenin düzüne bak/aynadaki yüze bak/kız beni beğenmedin /aldığın öküze bak!"
"Koyverdin gittin beni /Allah belanı versin /dilerim tez zamanda /hoca selanı versin"


Çoğu doğaçlama yapılan manilerin hepsi böyle sitemkar değil elbette. Hiç unutmuyorum, yaptığım bir Karadeniz gezisinde, Ayder Yaylası'nda oynadığımız horonda bana doğaçlama yazılan mani çok hoşuma gitmişti.
"Horon ne güzel oyun/yok mu bunun tarifi /nede güzel oynuyor/ Tempo Tur’un Arif'i!!!Horon ritüeli gereği şimdi benim de bir atak yapmam, bu maniye karşılık hemen bir maniyle cevap vermem gerekti.
"Balıklar allı pulli/bir tanesi guguli/dokunmayın Arif’e/o da Allah'ın kulu!" 
İşte o an farkettim, içimde gittikçe büyüyen Karadeniz sevdasını...


Karadeniz turları sadece horondan ibaret değil tabiki. Akşamları horon oynuyor, gündüzleri Karadeniz yaylarının keyfini doyasıya yaşıyoruz grubumla. Uzungöl, Ayder, Sümela Manastırı, Atlas Dergisi yazarlarınca "bulutların sevdalısı" denilen, benimse "kesinlikle ölmeden görmeniz gereken yer" diye bahsettiğim Pokut Yaylası ve daha niceleri... Sözlerin kifayetsiz kaldığı yerlerde, "anlatılmaz yaşanır" denir ya hep, aynen öyle işte... Karadeniz sadece yaşanır, anlatmak boşuna!


Arhavi'deki, "ulaşılması zor" anlamına gelen Mençuna Şelalesi'ni, Kaçkarların ve Karadeniz'in aynı anda görülebildiği Huser Yaylası'nı, temmuzun sarı sıcağı  sahilleri ve kent insanını bunaltırken, Uzungöl'ün serin yaylalarında oksijen kürüyle sağlık yürüşleri yapıp, karların üzerinde poşetlerle kayak yapmayı, İkizdere’de üstümüze kar ve yağmur yağarken yaptığımız kaplıca keyfini, Fırtına Deresi'ndeki rafting heyecanını, Kavrun Yaylası'ndan başlayıp, Çengovit Gölleri'ne yaptığımız gidiş dönüş 6 saatlik yürüyüşte kumanyalarımızı yerken, tura katılan misafirlerimizden Mustafa Bey'in, "hayatımda yediğim en güzel peynir ve domates bunlardı" demesini...

Macahel’in balını, mangal partilerimizi, Çayeli'nin kurufasulyesini, İbo Dayı'nın, "ben ne yaparsam onu yiyeceksiniz" deyip parmaklarımızı yediğimiz yemeklerini, Şimşirli Köyü'nde Yüksel Abi'nin fındık kabuğu ateşinde pişirdiği tadına doyamadığımız köfteleri...


Ağustos ayında sahil yolundan geçerken yol kenarlarındaki kurutulmak için serilmiş fındıkların muhteşem görüntüsünü, çay bahçelerinde çay toplayan kadınların emeğini... Uzungöl Yaylaları'nda gezerken, aracımızın radyatörünün delinmesi sonucu yolda kalışımızı. Ne yapacağını bilmez halde, "Uzungöl'e kaç saatte yürürüz" diye düşünürken, aracın ön koltuğuna 20 litrelik su bidonu koyup, hortumla radyatöre su takviyesi yapan Karadenizli kaptanımızın yaratıcı zekasını nasıl unutabilirim ki? Ya da, "arabaya serum taktık" yorumunu...

Karadeniz sadece doğasıyla, yerel lezzettleriyle değil; asıl insanıyla gönlünüze taht kurar. Kimi zaman yaratıcılığyla, kimi zaman da fıkralara konu olan eğlenceli düşünce sistemiyle... Bozuk yayla yollarına çıkarken misafirlerin korktuğunu fark eden Karadenizli minibüs şoförümüzün yolcuları sakinleştirmek için “Ben her yıl 3 defa kaza yaparım, bu sene 3 tanesinide yaptım rahat olun” demesi fıkralara konu olur mu? Olur :) Ayderde kaldığımız Sis Otel'in yeğeninin otelin önüne park ettiği aracın tüm camları açıkken, kapıyı kilitlemesi!...
 Daha neler neler... Hepsi nasıl anlatılır/yazılır? "Anlatılmaz, ancak yaşanır"...


Sevgili Kazım Koyuncu’nun dediği gibi; "Hey gidi Karadeniz, doldun da taşamadun, etmiyelum sevdaluk, edenler yaşamadı" sözleri her zaman dilimde ve aklımdadır. Ama ben "sevdalandum" işte bu dağlara, göllere, çiçeklere, şelalelere, yollara, insanlara...

Karadeniz'den gitme vakti geldiğinde, içime ince bir sızı düşer. Kalbimin bir yanı hep orada kalır. 2003 yılında geçirdiğim kalp ameliyatı öncesi doktoruma ilk sorduğum soru; "bi daha karadenize gidebilecekmiyim? Karadeniz sevdamın gerisini, siz düşünün artık :)

Hey Gidi Karadeniz... Kalbimin ve ruhumun efendisi...


Karadeniz fotoğraflarına doyamayanlara videolarla destek verelim ;) Tıklayın...
http://www.dailymotion.com/video/xsc539_15-21-temmuz-hemyin-camlyhemyin-yaylalary_travel#.UekGlI30GNA

http://www.dailymotion.com/video/xssapd_05-11-ayustos-macahel-ayder-uzungol-ykizdere_travel#.UekGsY30GNA

YAZI/FOTOĞRAF/VİDEO: Arif ÇAKIR

6 Haziran 2013 Perşembe

Mavi ve Beyazın Coşkusu; MYKONOS


Ankara’dan İstanbul’a, sonra Atina’ya ve sonunda Mykonos’a kadar uzayan bir uçuşla adaya ulaşıyorum. Mykonos, eğlence hayatı ile öne çıkmış Akdeniz ve Yunanistan’ın en ünlü adalarından birisi. Ancak denizinin maviliğini, Akdeniz’in dünyanın hiçbir yerindeki güneş ile kıyaslanamayan güneşinin insanın içini ısıtan sıcaklığını ve buna ilaveten deniz ürünlerinin Yunan mutfağının verdiği tatlarla zirveye ulaşan lezzetini unutmamak gerekir. Bunları bir araya getirince de Mykonos’da geçirdiğim dört günün tadını hala damağımda hissettiğimi söylemek garip olmasa gerek.

Tempo Tur tarafından gönderildiğim Myconian Oteller zinciri ise, adanın gerçekten prestiji olmaya hak kazanmış son derece kaliteli oteller. Bu oteller adanın üç ayrı yerinde konuşlandırılmış her yönü ile övgüyü hak eden oteller.

Eğer ben şehir merkezine yakın olurum ve akşamları ya da istediğim her zaman merkeze gidip gelirim derseniz buna uygun otelleri de var. Yok ben daha sakin ve arada sırada merkeze giderim derseniz buna göre de var. Daha da fazlası ben güneş ve deniz için geldim, ancak belki limana da giderim derseniz böylesi de var. Tercih size kalmış. Ancak her otelin kendisine ait sahilde plajı mevcut.

Merkeze uzak otelin müşterilerini merkeze götürüp getirecek, gece geç saatlere kadar çalışan ücretsiz minibüsleri büyük bir kolaylık. Farklı zevklere farklı hizmetler vermek için organize olmuş bu otellerin birleştikleri tek nokta, sundukları hizmetlerdeki üstün kalite. Böylece  deniz, güneş, Yunan mutfağı ve otellerdeki üst düzey kalitenin berberliği, Mykonos’daki geçireceğiniz günlerin keyifli ve eğlenceli olacağının güzel habercisi. Bunlara kaliteli Yunan şarapları ve uzosunu da eklerseniz, insanın başı şimdiden dönmeye başlıyor.
Ada, gece hayatı ile de şöhret yapmış. Dar sokaklar arasında bulunan gece kulüpleri, Yunan müziği dahil bu şekilde eğlenmeyi ve gece hayatını sevenler için adanın renkli yüzü.

Adanın tüm evleri çatısız ve beyaz badana ile boyanmış. Deniz ve gökyüzünün mavisi ile binaların beyazlığının beraberliğinin harmonisi adaya farklı ve hoş bir görüntü veriyor. Binaların kapı ve pencerelerinin mavi boyası ise, bu güzelliği tamamlayan detaylar.
Adanın merkezi olan Khora kasabası, gezilip görülecek son derece güzel bir bölge. Labirenti aratmayan dar, temiz ve aydınlık sokakları ile insana sıkılmadan dolaşabilecek bir ortam sunuyor. Beyaz badanalı, mavi pencere ve kapılı evlerin iki taraflı sıralandığı sokaklarda genellikle hediyelik eşya satan dükkanların renkli görüntüsü; evlerin balkonlarından sarkan sardunyalar ve her renkten begonviller ile tuval üzerine yapılmış yağlı boya resim gibi. Kendinizi yağlı boya resim galerisinde dolaşır gibi hissediyorsunuz.

Bu dar sokaklarda bulunan restoran, kafe, taverna, bar ve sanat galerileri turistler için birer cazibe merkezi. Ayrıca ünlü markaların ürünlerini vitrinlerde görmek her zaman mümkün. El işi keten perde ve örtüler de yöresel ürünler olarak turistlere sunulmakta. Kaliteli ve pahalı marka ürünlerin vitrinlerde bulunması buraya paralı turist geldiğinin güzel bir kanıtı olsa gerek.

Buradaki en önemli yer, hiç kuşkusuz “Küçük Venedik” diye isimlendirilen bölge. Kıyıda bulunan renkli ve balkonlu binaları ile farklı karakterde bir görüntü veriyor. Burada dinlenmek için kafeler, yemek için de restoranlar mevcut.

Güzel bir manzara eşliğinde alınan bir yemek ve içilen bir kahvenin tadı farklı oluyor. Burada bulunan beş adet yel değirmeni, adanın simgesi haline gelmiş. Eskiden on altı adet olan değirmenlerden bugüne kadar sadece beş adedi, ayakta kalabilmiş.
Geniş kumsalları dolaşmak istediğinizde en uygun araç dört tekerlekli motosikletler. Kiraları da makul. Otobüsler de olduğunu söylediler, ama çok dur, kalk olduğundan zaman kaybı oluyormuş. Tekne ile de plajlara gitmek mümkün. Ancak yine de en uygunu motosiklet.
Yeni limanda gördüğüm muazzam büyüklükteki turist gemileri, bu küçük adaya gelen turist sayısı hakkında gerçekçi bir tahmin yapma imkanı verebiliyor.

Yunan yemek ve mezelerinin bizimkilere olan benzerliği nedeni ile kendinizi kendi mutfağınızda hissetme lüksünüz var. Ancak ben ahtapot ızgaranın tadına doyamadım. Bununla beraber benim için en enteresanı da, yediğim deniz kestanesi idi. Ayıklanmış olarak önüme getirilen kestane, hayatımda ilk defa yediğim yiyecek olması açısından büyük bir sürpriz oldu.

Mykonos’u görünce turizmciliğin ne anlama geldiğini, bunun en iyi şekilde nasıl yapılabileceğini ve nasıl para kazanılabileceğini, nasıl organize olunması gerektiğini, ama en önemlisi Yunanlıların bu işi ufacık bir adada dahi çok iyi yaptıklarını ve bizim daha çok ama çok yol almamız gerektiğini görebildim.

Her zaman şunu söylerim ki, turizmde yatırımdan daha önemlisi halkın turizmi ve turisti benimsemesidir. Bu olmaz ise hiçbir şey gerçekçi olmaz. Mykonos’da bunun pozitif tarafını görmemek mümkün değil.

Deniz, kum, güneş, lezzetli Yunan mutfağı, kaliteli kalacak yeri ve eğlenceyi bir arada istiyor iseniz Mykonos, son derece uygun bir yer.

YAZI VE FOTOĞRAFLAR: OLAY SALCAN

23 Nisan 2013 Salı

Karadeniz Tiron Vadisi'nde Yoldan Çıkmak!


Her şey önce sevmekle başlar, kanınınız bir kez kaynarsa bir daha  görmeden edemezsiniz, kah gezgin olur kah peşine düşer ve her yerde onu ararsınız. Benimkisi  önce görevdi, anlatıp dönecektim, tıpkı diğer yerler gibi!  Bir daha kim bilir ne zaman dönerdim buralara Allah bilir? Ama suyundan içmişim bir kez, okşamışım kadife gibi çay bahçelerini, oturup bir türkü atmışım deli delişmen şelalesine  bakıp, düşler kurmuş, "sevdaluk" etmişim, horon tepmişim, buğular yükselen kaplıcalarında yıkanmışım üstümde yağmurun çisesi! Avcumu yaban mersinleriyle doldurmuş, ağaç köprülerinden geçip,  vargelesine bir salkım karayemiş bırakmışım ve ayrılırken de birdamla gözyaşı dökmüşüm komar yapraklarına…
Gönlümü tez kaptırdım bu sefer, tanıdıkça başkalaştım ama  İkizdere Alpin çayırları başka kırsal bitki topluklarına benzemez daha verici ve göz doldurucudur. Nehir kenarları ve dereyataklarını alabildiğince çeşniler saçarak kuşatır. Kah bir taş oluktan kah kayalıkların ördüğü pınar bentlerinden coşkunca fışkırarak taşkınlaşır. Zaten denizden kurtulup da İkizdereye kadar gelmişseniz size yoldaşlık eden çamlık deresini seyrederken ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız.

Her şey önce usulca kımıldanır iç döngülerinde nehir yanı yerleşkelerde !
Bu Karadeniz kültürünün bir adabıdır. Herşeyi bi çırpıda vermez sevdalasına arayıp bulmanız gerekecektir, elbette emek ve zamanla lezzetlenecektir yolculuğunuzun tüm istasyonları! Ama en kötüsü olduğunuz yere yorgunluktan  yığılıp kalmak olacaktır bunu baştan söyleyim; çünkü hep elindekiyle yetinenlerin sınırladığı bir düş algısıdır zaman, film şeridinin koptuğu andır, yani uyanma zamanıdır artık bu serüvenden...


Biz ise şanslıyız, çünkü uykumuz bayağı ağır olacak bu gezimizde. Onun uyanışı filizlerin patlaması, dağ pınarlarının kaynamasıdır. Her tarafı mis gibi püren ve likapalar (yaban mersini) sarmalar. Çiğ kokusuyla içiniz ipilenir ve gündoğumuna benzer ferah bir algıyla dinçleşirsiniz. Kemiklerinize güç veren  bir dirençle devam etmeniz gerektiği hissi sizi doğanın en büyük süprizleriyle tanıştıracaktır, hazır olun. Algı gözeneklerinizi açmaya bakın, demiştim Yavaş yavaş uyanır İkizdere, bu ilk gördüğünüz Alpin Çayırlar değildir artık, her taraf ormangülleri ve buz gibi nehir kokar!



Loş  ve serin bir rutubet başınızı gölgeler, vücudunuza kapaklanarak oturur yumuşakca. Soluğunuzu yumuşatan ve içinizi dinlendiren, latif bir tabiat salgısı hormanlarınızı okşayıverir kadife gibi... Bazen de kızıl çam olur salar köklerini gebeş toprağa, cevaz bir ana saçı olur saçar avuçlarını Tiron’un bağbozumu yabansı  ayaklarına lütüfkar... Dağlardan sızarak akan incecik şelalecekler burgu burgu helezonlarla nehir yatağına köpürerek sakince dökülür.



Tiron Vadisi
sakindir, ağırbaşlıdır  ve de alışkındır karşısında şaşkın yabancılar görmeğe, o yüzden  efendi efendi güler acemiliğinize,"insanlık halidir olur böyle şeyler" der, ve geçer. Çekilir beyfendice dağ zirvesine çömelip oturur garip garip bakarak, ki bazen atmaca olur gerer ulu kanatlarını bazen şimşir ağacı Tiron Vadisi yan parelelindeki Çağırankaya Vadisi  ile birlikte ikiz kardeş gibi güzel güzel geçinirler. Her ne kadar yeni tüneller yapılarak burada yollar açılsada, bu iki rüzgarkıran vadiler özbir kardeştir. Başımı arkaya çevirip bakıyorum, onlarca insan peşimden bu yalımlı doğal çağlayanı görmek için yürüyorlar.
Eğer gözünüzü kapatabilseydim, açmak için Komes(Şimşirli)  Köyü'nü seçerdim; çünkü çay bahçelerinin  doldurduğu sarp yamaçlarda doğanın  sayısız güzellikleriyle buluşurken kanınıza karışan sevinç yüreğinizi mutlulukla dolduracaktır.

Bir tarafınızda lahana , fasulye ve mısır bahceleri karşınızda muz ve kivi ağaçları ile tam bir naturel kültür bahcesinde bulacaksınız kendinizi! Ama zenginliklerden istifade ederken aceleci olmayın, bırakın ruhunuzda  başka güzelikleri takdir etmeye yetecek yer kalsın!

Durmuyor içimdeki akış, daha fazlasını istiyor. Minübüslerimizi önce Manle Şelalesi'ne ardından da Balıklı Şelale'ye çeviriyoruz. Her yer gümbür gümbür, sağnak sağnak akıyor burada! Söyleyecek sözleriniz biterse kendinizi fazla zorlamamanızı tavsiye ederim sizlere! Sessizce izleyerek tadını alın her zerrenin.



Eğer buradaki işimizi bitirdiysek, Hadi devam edelim, sizi Cimile götürmek istiyorum.  Yol boyu size Cimil Deresi eşlik etsin birazda...


Geniş yapraklı kırsal bitki katmanları sizinle yükseklere çıktıkça vedalışır yerini doldizgin iğne yapraklı bitki formasonlarına bırakır. Kulaklarınızda sevimli bir yükseklik basıncı, kulağınızda ince ince bir  Cimil Horonu… Yer yer kestane, gürgen ,meşe ,kayın, kızılçamlarla örtülü bir kartpostal  ve önünüzde yüksek dağların hakimi küçük köyler! Süprizler için acele etmeyin daha görecekleriniz bitmedi. Birden karşınıza rengarenk giyisiler içinde "Cimilli kadınlar" çıkacak, kah kırmızı-siyah, kah pembe ve mor puşilerden utangaç utangaç size bakacaklar! Üzerlerinde, makaslı peştamelleri, Çayeli dolaylığı ve kokneçleri görmezseniz çok şaşırmayın, çünkü burası tamamen kendine özgü orijinal bir kültür atmosferidir.

Dışarıya her ne kadar kapalı bir dünya olarak bilinsede , şimdi yeni dünyayla yeni bağlar kurmaya başladığını söyleyebiliriz. Her şeyi güzel buranın, peynirinden tereyağına, balından ekmeğine... Farkında mısınız bilmem ama hatırlatmadan geçemeyeceğim rakım olarak artık 2000 m civarındasınız. O yüzden solumanız yüksek oksijen yoğunluğu nedeniyle kesik kesik teklemeye  başladı. Bırakın bu temiz hava ciğerinizi iyice doldursun, eve döndüğünüzde en çok bu havayı arayacaksınız.

Görecek üç köyümüz var: Başköy ,Yetim Hoca ve Orta köy! Belki inanmıyacaksınız ama bu Cimilde Şeytan Tüyü var! O kadar Profesör çıkarmış bir yer ki burası ister istemez dehanın doğadan gelen bir iç kıvılcımı olduğunu kabul etmek zorunda kalıyorsunuz. Minübüsümüzle geçerken köy evlerinin önünde dinlenen yaşlı amcalar görüyorsunuz, efendice sizi selamlıyorlar!

Aklıma Doğanın Gizemli Öğretilerinden haberdar olup olmadığını sormak geliyor! Herkes bu soruya kendine özgü ve mütavazi yaşma biçimiyle ustaca bir cevap verir , Bu sevimli dedeler ise sinelerinde vahşi tabiatın doygun halvetiyle, tüm öğretlerin ete ve kemiğe bürünmüş  timsali olup efendice size tebessüm edip , susarak size ağzınızın payını  edeplice veriyorlar.
İnsan neden gelir İkizdereye? Neyin arayışıyıdır bizi buralara sürükleyen? Biliyor musunuz  aslında genel olarak,  Varoluşculuğun akıllara gelmedik en tuhaf  en aykırı usavuruş şeklidir gezmek! Bir adım bir adım daha derken akıl denklemlerinin sezgide  çıkmaz sokağa girdiği yeni bir boyuttur seyahat etmek.


 

Gittikçe kendinize yaklaşırsınız, iç odağınıza kadar sürüklenecektir vuslatınız, bir kelebeği şaşkınca süzmeniz bundandır, bir kardelen bu yüzden çabucak aklınızı başınızdan  alıverir! Yol boyu dağ böğürtlenleri toplarken kızıla kesmiş avuçlarınıza bu yüzden  pek aldırmazsınız!


Varoluşculuğun bu  ilk dersinde kendinizi fark etmenin tadına doyulmaz lezzetleriyle tanışın.Bu farkındalık ilk önce size kazandıracaktır, daha çok kavramanın bilinmez bir formülüdür seyahat etmek! Ve siz  bu formüle başlamak için en elverişli ve  en baştan çıkarıcı rotalardan birindesiniz.Unutmayın ki  tüm dünyayı güzellik kurtaracaktır, yeter ki  o güzelliğin kendi içimizde var olduğunu keşfedelim. İşte budur!  Naturel  Varoluşun sihirli anahtarı ve Cimil'in tansık felsefi öğretisi!!!


YAZI: REHBER CENGİZ ÖZTÜRK / FOTOĞRAFLAR: TEMPO ARŞİV& ARİF ÇAKIR