19 Aralık 2017 Salı

Bir Gezginin Gözünden Yeni Yıl

Nasıl başlarsak öyle devam edermiş... Merhaba 2018!

Biten bir yılın son saatleri, başlayacak yeni yılın umutları, neşesi, heyecanı… Dünyanın her yerinde farklı gelenek ve alışkanlıklarla karşılanan yeni yılın belki de insanlık için ortak olan en önemli alışkanlığı “Yeni bir yıla nasıl başlarsanız, yılın geri kalanının da aynı devam edeceği” düşüncesi olsa gerek. Bir gezginin gözünden yeni yıl...
“Yeni yıla nasıl başlarsan tüm yıl boyunca öyle devam edersin…” Çocukluğumda hep yeni yılı karşılamaya dakikalar kala ağırlaşan göz kapaklarıma yenik düşer, uykunun kucağında, gelen yıla “merhaba” derdim. O zamanlar bütün bir yılı ya da çoğunu uykuyla mı geçirirdim bilemem ama ertesi sabah uyandığımda ev halkına epey bir sitem ederdim.

Biten bir yılın son saatleri, başlayacak yeni yılın umutları, neşesi, heyecanı… Dünyanın her yerinde farklı gelenek ve alışkanlıklarla karşılanan yeni yılın belki de insanlık için ortak olan en önemli alışkanlığı “Yeni bir yıla nasıl başlarsanız, yılın geri kalanının da aynı devam edeceği” düşüncesi olsa gerek. Kimileri yeni kıyafetler giyerek selamlıyor yeni yılı, ille de kırmızı olacak renk tercihi. Kimisi bolluk bereket getirdiğine inandığı meyvelerle süslüyor yılbaşı sofralarını, kimisi ceplerine paralar dolduruyor, gelen yılı zengin olarak geçirebilmek adına…
Günümüzde her millet kendi yerel saati 24.00 ‘ü gösterdiğinde kendi alışkanlıkları, yıllardır süregelen gelenekleriyle “kendince” bir yılı, o yılın acısını, kederini, tasasını, zorluklarını geride bırakıp, “yeni umutlarla” merhaba diyor gelen yeni yıla coşkuyla!
Acaba ilk kez ne zaman başlamış bu kutlamalar, nasıl olmuş diye insan merak ediyor?
İsa’dan önce 2000 yılında, ilkbahara denk düşen, çiçeklerin açtığı bir zamanda Babil’de yapılmış ilk yeni yıl kutlamaları. Toprağın, doğanın yeniden yeşermesi, hayat bulması Babil halkınca yeni bir başlangıç olarak kabul edilmiş ve bu olay şenliklerle kutlanmış. Ardından Mısırlılar, Nil Nehri’nin taşıp coştuğu eylül ayında kutlamışlar yeni yılı. Jules Cesar tarafından M.Ö 46 yılında kabul edilen ve günümüzde de kullandığımız takvim ile beraber,  yeni yıl Ocak ayının ilk günü olarak kabul edilmiş ve kutlamalarda bu zamanda yapılır olmuş.
Eve girecek ilk kişinin getireceği şans
İskoçya’da “Hagmonay” adı verilen yeni yıl kutlamaları adeta bir festival coşkusuyla yaşanmakta… Yeni yıla ait iki gelenek var ki yıllardan beri devam ettirilmekte: Bunlardan ilki, yeni yıl akşamı evin tüm kapı ve pencereleri açık bırakılıyor. Sebebine gelince İskoçlar, yeraltından geldiğine inandıkları “Cwn Annwn” adı siyah köpeklerin geçen yıla ait kötü olan her şeyi alıp gitmesini istiyorlar. Diğer bir yeni yıl geleneği ise bu günde evlerine gelecek ilk kişiyle ilgili;  zira İskoçlar, yeni yılda evlerine gelen kişinin kendilerine iyi ya da kötü şans getireceğini düşünüyorlar. Eğer gelen kişi koyu renk saçlıysa ve bir de ev halkına hediye getirmişse o yıl oldukça şanslı geçecek demektir.

Yılbaşı masasında 12 çeşit meyve
Filipinler’de yeni yıla tüm aile fertleri birlikte oldukları, eksiksiz kurulmuş bir sofrada “merhaba” diyorlar. Yılbaşı masasının yiyeceklerle dolu olması bir sonraki yılda da masalarının öyle bolluk içinde olacağının bir göstergesi anlamına geliyor. Portakal, erik, üzüm, elma, limon, karpuz, kavun, guava, mango, rambutan gibi tropik meyveler mutlaka yılbaşı sofrasında bulunuyor ve bu meyveler yeni yıla girildikten sonra yeniliyor.



Muz ve mango yılbaşı ağaçları
Hindistan’da biten bir yıl uğurlanırken ilginç görüntüler oluşuyor. Kuzey Hindistan’da herkes rengarenk çiçekler takıp, canlı renklerde giysilerle yeni yılı karşılıyor. Özellikle Hintli kadınlar baharı anımsatan sarıçiçeklerle bezeniyorlar. Hindistan’da yılbaşında mango ya da muz ağaçları süsleniyor. Yılbaşı akşamı Hindular kutsal eşyalarının bulunduğu kutuları yataklarının hemen yanı başına koyuyorlar. Böylece bütün bir geceyi kendilerine şans getireceğine inandıkları eşyalarıyla geçirmiş oluyorlar.

Yıllardır değişmeyen yeni yıl yemeği: Nianyefan
Çin’de 1912 yılında uluslar arası takvim kabul edildi. Ancak geleneklerine bağlılıklarıyla tanınan Çinliler “Bahar Bayramı” diye adlandırdıkları yeni yıl kutlamalarını geleneksel Çin takvimine göre kutluyor. Günü her yıl değişen Çin Yeni Yıl’ı bizim takvimimize göre 21 Ocak ile 19 Şubat arasında bir güne denk geliyor. 
Çinliler yeni yılı mutlaka tüm aile fertlerinin katıldığı “Nianyefan” ya da “Tuan Yuan Fan” adını verdikleri bir aile yemeği ile karşılıyor. Yeni yıla arınarak, vücut ve ruhun yenilenerek girmesi için et kullanılmadan hazırlanan yeni yıl yemeklerinin sofrada oluşunun simgesel bir anlamı var: Kırmızı et kullanılmadan hazırlanan bu yemeklerde deniz ürünleri sofranın baş konuğu! Diğer yiyecekler ise, tavuk, mantı, makarna, soya filizi, mandalina, pirinç, etli hamur, siyah yosun, fıstık, şeker… Karides mutlu bir yılın, çiğ balık şansın, kurutulmuş istiridye dileklerin sembolü. Ayrıca yılbaşı sofrasına gelen yemeklerin bazılarının bir de değişmeyen yeme kuralları var: Örneğin tavuk bütün olarak pişirilip masaya geliyor ve yerken asla kesilmiyor. Uzun makarnalar “sağlıklı, uzun bir hayatı” temsil ettiğinden bunların da kesilmemesi gerekiyor. Bu malzemelerle hazırlanan sofralarda çoluk çocuk hep beraber bolluk, bereket içinde geçirilecek bir yılın adeta provası yapılıyor. Kutlamalar süresince dillerde hep şu cümleler dolaşıyor:
Gong Xi fa cahi!   
Kung hay fat chay!
                                                                                               ( işleriniz rast gitsin)
108 Çan ve yılın ilk kahkahaları
Japonya’da “shougatsu” adı verilen yılbaşı kutlamaları 1- 3 Ocak tarihlerine denk geliyor. Evler dip köşe temizlenip, kötü ruhlar kovuluyor. Yapılan temizliğin ardından evin her yerine kutsal nesneler konuluyor. Bu 3 gün boyunca her biri ayrı bir anlam ifade eden malzemelerden hazırlanan ve “jubako” ismi verilen kat kat kaplarda servis edilen rengarenk yemekler hazırlanıyor. Sağlık, uzun ömür, bolluk ve bereketi temsil eden yemeklerden kurulan yılbaşı sofralarında hep beraber geçen yıla veda ediliyor. 31 Aralık gecesi insanları günahlarından arındırmak için 108 kez çalınan çanlar da Japonların önemli bir yılbaşı ritüeli. Çanların ardından hep beraber kahkahalar atılıyor, kötü ruhları kovalamak adına…

Nar kırma... Evin bereketi, bolluğu artsın, yaşayanlar sağlıkla, huzurla yılı geçirsin
Son olarak benim çok sevdiğim, çok anlamlı bulduğum bir ritüel de bizden;
Bundan yıllar önce İzmir’de bir arkadaşımın evinde karşılamıştık yeni yılı. Yeni yılın ilk gününde sabahın erken saatinde annesinin kapı önünde kırdığı nar hala hafızamda. Yıl boyunca evin bereketi, bolluğu artsın, yaşayanlar sağlıkla, huzurla yılı geçirsin diye kırılan narın geçmişi de hayli eski. Birçok medeniyette doğurganlığın, bolluk ve bereketin ifadesi olan nar, yıllar sonra Rahmetli Sevgi Gönül’ün bir yazısında Koç Holding’in Nakkaştepe’de bulunan yerinde her yıl 1 Ocak’ta kırılan nar olarak yeniden çıkmıştı karşıma…

Kutlamaların şekli ülkeden ülkeye hatta kıtadan kıtaya farklılık gösterse de esas olan ve her yerde karşımıza çıkan bir şey var ki geçilip gidilemeyen o da “ailece, sevdiklerimizle” beraber olmak, paylaşmak! Yeni yılın sevdiklerinizle beraber, bereket, bolluk dolu sofralarda geçmesi dileğiyle…

Yazı: Yeşim Özcan
Fotoğraflar: Murat Solakoğlu

12 Aralık 2017 Salı

İNCE GELİŞ TUZ YOLU’NUN EN GÖZDE KESİMİ: DEVREZ VADİSİ

Türkiye’nin en büyük akarsuyu olan Kızılırmak’ın üç ana kolundan biri olan Devrez Çayı aynı zamanda 211 km uzunluğuyla da, Delice Çayı’ndan sonra ikinci büyük kaynağını oluşturur, Kızılırmak’ın... 


Kızılırmak’a Gökırmak’la birlikte batıdan karışan iki akarsudan biri olan Devrez, Ankara’nın Kızılcahamam ilçesi sınırlarında, Köroğlu Dağlarının kuzeye bakan yamaçlarından doğar. Daha sonra Çankırı’nın Orta, Kurşunlu ve Ilgaz ilçeleri ile Kastamonu’nun Tosya ilçesini geçerek Çorum’un Kargı ilçesi sınırlarında Kızılırmak’la buluşur. İlkbaharda artan yazın azalan sularıyla değişken bir akış rejimine sahip olan Devrez, Orta’da yapılmış olan sulama işlevli Güldürcek Barajı’ndan sonra Kurşunlu’da yapım aşamasında bulunan enerji ve sulama işlevli Kızlaryolu Barajı’nın tehdidi altındadır.

Gerçek Bir Doğa Harikası

Adının kökeni hakkında bir bilgi bulunmayan ve -kimi kaynaklarda- Hititler zamanında Dahara olarak söylendiği yazan Devrez’in yatağı vadi olarak anılsa da daha çok kanyona benzetmek mümkün. Yer yer genişleyen, yer yer de geçit vermeyecek kadar dar boğazlara dönüşen bu kanyonun dik kenarlarında pek çok, peri bacası ve doğal veya yapay mağara ile kaya mezarları ve kaya yerleşimleri bulunuyor. Ayrıca Vadi boyunca aralarında tarihi köprü ayaklarından eski su değirmeni duvarlarına kadar birçok mimari kalıntı görülebiliyor.

Öte yandan gerçek bir yaban hayatının devam ettiği Devrez’de örneğin bir yaban domuzu görmek sürpriz sayılmaz. Son tahlilde gerçek bir doğa harikası olarak tanımlayabileceğimiz Devrez Vadisi’nin fauna ve florası, özellikle ilkbahar ve sonbahar günlerinde doğaseverlerin ve fotoğrafçıların kayıtsız kalamayacakları güzel görüntüler sunar.İnce Geliş Tuz Yolu
Devrez Vadisi, İnce Geliş Tuz Yolu’nun da önemli bir bölümünü de teşkil etmektedir. Vadinin bu rota kapsamı içinde kalan kesimini yürümeye başlamadan önce kısaca İnce Geliş Tuz Yolu’nu tanıyalım.
Dünyada olduğu gibi ülkemizde de giderek daha çok ilgi gören doğa veya kültür temalı yürüyüş rotalarının en yenisi olarak tasarlanan ve etüt çalışmaları devam eden İnce Geliş Tuz Yolu, adını tarihten alıyor. Çankırı’nın 20 km kadar doğusundaki, beş bin yıllık Tuz Madeni’nden çıkarılan tuzun, geçmişte kervanlarla Karadeniz kıyısına kadar taşındığı yolun Köroğlu dağlarını aşan kesimi, yörede eskiden beri “İnce Geliş” olarak adlandırılıyor. 
Söz konusu kervan yolunun -ilk etapta- Çankırı-Kurşunlu arasında kalan bölümü İnce Geliş Tuz Yolu adıyla bir kültür rotası olarak düzenlenmekte olup bu bağlamda Çankırı Tuz Madeni – Çankırı – Ildızım - Hocahasan/Hanönü – Kapaklı – Köpürlü - Mamu Köprüsü - Sumucak Köprüsü - Kurşunlu hattını takip eden ve ara bağlantılarıyla birlikte takriben 110 kilometrelik yolun uluslararası standartlarda işaretlenerek yürüyüşçülerin kullanımına açılması, devamında ise önce Karabük sınırına ve daha sonra da Bartın üzerinden Karadeniz kıyısındaki Amasra’ya kadar uzatılması öngörülüyor. Öte yandan İnce Geliş Tuz Yolu’nun; Kastamonu bölümü işaretlenen ve Çankırı-Kastamonu sınırından Ankara’ya kadar uzatılması planlanan İstiklal Yolu ile Ankara, Eskişehir, Afyon ve Kütahya illerini kapsayacak şekilde oluşturulan Frig Yolu ile de entegre edilmesi planlanıyor.
Devrez Vadisi’nin İnce Geliş Tuz Yolu kapsamı içinde kalan kesiminde yürüyüş grupları için Ankara’dan günübirlik olarak düzenlenen turlar Köpürlü - Mamu - Sumucak köprüleri arasında gerçekleştirilmekte ise de kamplı hafta sonu yürüyüşlerinde bu rotaya (Hocahasan/Hanönü çıkışlı) Kapaklı - Köprülü arası da eklenebiliyor.
Devrez Vadisi’nde Yürüyüş



Çankırı Tuz Mağarası’ndan başlayarak Çankırı il merkezi, Ildızım köyü, Hocahasan Hanönü mevkii ve Boncuklu Yaylası yoluyla geldiğimiz Kapaklı köyünden sonra Devrez’le buluşuyoruz. İnce Geliş Tuz Yolu yürüyüşümüzün bundan sonraki iki gününü Devrez boyunca sürdürdükten sonra Sumucak’ta, Devrez’den ayrılarak yürüyüşümüzü Kurşunlu’da tamamlayacağız.
Devrez’in ilkbaharda ayrı, sonbaharda ayrı güzellikle sunan doğasında başlıyoruz yürüyüşümüze. Dev bir aslan kafasını andıran kayaları gördüğümüzde Yedikapılı olarak anılan kanyonun girişine geldiğimizi anlıyoruz. Burası başlı başına bir yürüyüş rotası olduğu için bugünlük bir selamla yetiniyoruz. Devrez’e bağlanan Yedikapılı Deresi boyunca devam eden kanyonda, Bizans dönemine tarihlenen 20 kadar kaya yerleşimi ve/veya mezarı bulunuyor. (Esasen kaya yerleşimi açısından oldukça zengin olan yörede en çok kaya yerleşimi, Devrez’in gerimizde kalan kesiminde, Orta ilçesinin Sakaeli köyünde yer alıyor.)
Kapaklı’dan çıktıktan yaklaşık 4-5 saat sonra ulaştığımız Köpürlü köyüne (Köprülü adı zamanla Köpürlü olmuş) adını veren köprü kaybolmuş, mevcut karayolu köprüsü ise Kızlaryolu Barajı suyu altında kalacağı için olsa gerek oldukça mahzun görünüyor gözümüze. Devrez’in köprüleri biraz kadersiz sanki. Akşama doğru ulaşacağımız ve yakın zamandaki bir sele direnemediğini öğrendiğimiz tarihi Mamu Köprüsü’nün ayakları da hüzün veriyor, biz yürüyüşçülere...
Olağanüstü güzel doğa manzaraları arasındaki yürüyüşümüz boyunca gördüklerimiz; (mevsimine göre) akyıldız, altınyıldız, ballıbaba, çiğdem çeşitleri, Ankara karanfili vb kır çiçekleri; karamuk, böğürtlen, alıç, ahlat, kuşburnu, kızılcık, elma gibi meyveler; ökseotu, hindiba, üçdiken, su mercimeği, gibi bitkiler ile yaban domuzu, tavşan, tilki, kurt ve hatta vaşak gibi hayvanlar ve de angut, keklik, atmaca, balıkçıl, gibi yerli ve göçmen kuşlar olarak özetlenebilir.
Vadinin iyice daraldığı, artık Devrez’in geçit vermediği yerlerden ilkiyle Köpürlü’den önce karşılaşmış ve suyu yürüyerek geçerek yürüyüşümüze karşı kıyıda devam etmiştik. Benzer bir yerle bir kez daha karşılaşıyoruz. Bu defa iki seçeneğimiz var. Ya daha önce olduğu gibi botları çıkarıp suyu yürüyerek geçeceğiz ya da kanyonun üst tarafına tırmanarak devam edeceğiz. İkinciyi seçiyoruz, böylece Devrez’i yukarıdan da görüp fotoğrafladıktan sonra aynı zamanda kamp yapacağımız, Mamu’daki tarihi köprü kalıntısına geliyoruz. Burada, KUZKA (Kuzey Anadolu Kalkınma Ajansı) Belediye tarafında inşa edilen bir mesire alanı bulunuyor. (Köpürlü - Mamu arası 3-4 saat sürüyor.)
Yürüyüşümüzün bundan sonraki kesiminde zorluk derecesi biraz artıyor. Yer yer hafif/orta zorluk derecesi gösteren ve yine 3-4 saat kadar süren Mamu – Sumucak arasında Çukurca köyünü geçerek bu yürüyüşteki son, daha doğrusu sondan bir önceki durağımız olan tarihi Sumucak demiryolu köprüsüne geliyoruz. Bir Cumhuriyet eseri olan köprü Zonguldak Kara Elmas demiryolu hattının inşası esnasında yapılmış. 1935’de hizmete açılan görkemli taş köprünün biraz küçüğü de Devrez’in yan tarafındaki vadide, Devrez’le Sumucak İstasyonu arasında bulunuyor.
Kaplıcada (!) final İnce Geliş Tuz Yolu’nun bir ayrıcalığı... Hocahasan Hanönü mevkiinden Çavundur kaplıcalarına kadar tamamı 30 km kadar olup molalar hariç 6-8 saat süren Devrez Vadisi yürüyüşünün sonunda; bir iki saat yorgunluk atabileceğiniz veya konaklayabileceğiniz şifalı termal tesisler Kurşunlu’ya 10 km uzaklıktaki Çavundur Mahallesi’nde bulunuyor. Tesislerde, kaynağında 58 derece olan doğal termal su, özel bir teknikle (önce ısıtmada kullanılıyor) hiç soğuk su karıştırmadan 41 dereceye kadar soğutularak havuzlara veriliyor.
Nasıl Gidilir? Ne Yenir? Ne Alınır?
Devrez Vadisi’ne ulaşım zor değil. Ankara’ya 170 km uzaklıktaki Kurşunlu’ya Kızılcahamam, Işık Dağı yoluyla özel araçla gelinebileceği gibi AŞTİ’den her gün karşılıklı olarak iki kez düzenlenen otobüs seferlerinden yararlanılabilir. Kurşunlu’nun İstanbul’a uzaklığı 420 km olup Gerede üzerinden özel araçla veya Karadeniz otobüsleriyle ulaşılabilir. Devrez Vadisi’nin İnce Geliş Tuz Yolu kapsamındaki etabı için, bir taksiyle gidilerek ilçe merkezine 12 km uzaklıktaki Kapaklı’dan başlanabileceği gibi, yine taksiyle gidilerek 6 km uzaklıktaki Sumucak köprüsünden de başlanarak da yürünebilir. İstanbul’dan gelişte Kurşunlu’yu geçtikten 6 km sonra veya Karadeniz tarafından gelişte Kurşunlu’ya varmadan, Amcaoğlu akaryakıt istasyonunda inilerek doğrudan, Sumucak tarafından yürüyüşe başlanabilir. 
Yemek için Kurşunlu’nun merkezindeki veya İstanbul’u Karadeniz’e bağlayan E80 Yolu üzerindeki tesislerden yararlanılabilir. Alışveriş ederken Çankırı’nın meşhur kaya tuzunun yanı sıra Kurşunlu’nun yöresel nokulu (bir çeşit ekmek/çörek) ve ödüllü çiçek balı da unutulmamalı.
Bir İnce Geliş Tuz Yolu Ritüeli
İnce Geliş Tuz Yolu’nu diğer kültür rotalarından ayıran en önemli özellik, tarihte de kullanılmış bir rota olması. Yüzyıllar boyunca bu yolda tuz taşıyan kervancıları anmadan, en azından bir selam göndermeden geçmeyelim diyenlere, deneyimli bir gezginden anlamlı bir öneriyle bitirelim yazımızı. Şöyle diyor Gülden Kaya; “İnce Geliş Tuz Yolu gibi bir kervan yolunda yürümenin sembolik de olsa bir ritüeli olsun, o ruhu hissedeyim derseniz, sırt çantanıza ya da bir cebinize bir kese kaya tuzu koyun. Öğle yemeği molasında, taşıdığınız bu tuzu ekin kumanyanızdaki domatesin üstüne mesela...” Başka önerileri de var Kaya’nın: “Sonbaharda yürürseniz aç gidin! Zira rota açık büfe gibi yok yok... / Mutlaka tozluk takın ki dikenler, otlar, sarmaşıklar size takılmasın! / Uzun kollu bir üst giyin. Meyve toplarken ağaç dalları ve çalılar kollarınıza imzalarını atmasınlar. ‘Yok imza alırım ben’ diyorsanız tercih sizin!  / Baton da çok işe yarıyor tavsiye ederim. Sadece dizleri korumakla kalmıyor en üst dallardaki elmaları, cevizleri kolayca indiriyor...”
Sonsöz: Sofranızda tuzunuz, İnce Geliş Tuz Yolu’nda ayak iziniz eksik kalmasın...
Yazı: Timur Özkan

4 Aralık 2017 Pazartesi

Bosna Hersek Yolcusu Kalmasın

Yemyeşil dağları, bu dağların arasından kıvrıla kıvrıla geçip giden nehirleri, vadilere serpiştirilmiş irili ufaklı şehirleri, konuk ağırlamaya can atan kasabaları, kıpır kıpır nağmeleri ve birbirinden lezzetli yemekleri ile Balkanların incisi Bosna-Hersek...


Hani bazı ülkeler, şehirler vardır. Kitaplarda okumak, filmlerde izlemek, anlatılanları dinlemek yetmez... Yola düşüp, tarih kokan sokaklarında yürümek, köprülerinden geçmek, bir tepeye çıkıp uzun uzun gün batımlarını seyretmek, köşe başında kurulmuş semt pazarından alışveriş etmek lafın kısası yaşamak “anı biriktirmek” gerekir. İşte Bosna-Hersek tam da böyle bir Balkan ülkesi...

“Çadırımız mavi beyaz
Bu sene gelemedi yaz
Aman katip haller yaman
Beni başka deftere yaz....”                                           - eski bir Balkan türküsü

Çocukluk yıllarımın karlı buzlu kış günlerinde bir sonraki günün daha da soğuk olacağının habercisiydi Balkanlar... Tek kanallı televizyonumuzun uzun kış günlerinde her akşam konuğu olan sunucu “Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası tüm yurtta etkisini gösterecek” derdi.  Üniversite dahil öğrencilik hayatım boyunca ne çok okuyup sınav oldum Balkanlar’dan. İlk gençlik yıllarımda hep duyup okuduğum Bosna-Hersek vardı. Acılarıyla, yaşanmakta olan savaşla!
Ve şimdi Bosna-Hersekte’yim... Evet, yakın zamanda yaşanan savaş günlerinin sokaklarda, mezarlıklarda, yıkık binalarda hala izleri var. Silinmemiş silinemez de... Ama burada da her yerde olduğu gibi çocuklar var, parkları dolduran, koşup oynayan çocuklar; sonra gençler hepsi de pırıl pırıllar.


Bosna-Hersek’te ilk durağımız ülkenin başkenti Saraybosna, nam-ı diğer Sarajevo. Türklerin Avrupa’da kurduğu en büyük şehirlerden birisi olan Saraybosna, tarihi boyunca birçok önemli olaya tanıklık etmiş. Bunlardan ilk aklıma gelenler, 1914 yılında Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına neden olarak gösterilen Arşüdük Franz Ferdinand’ın öldürülmesi, 1984 Kış Olimpiyat Oyunları ve Bosna Savaşı sırasında neredeyse üç buçuk yıl süren amansız kuşatma.



Miljacka Nehri Saraybosna’nın tam ortasından geçiyor. Nehir üzerinde irili ufaklı köprüler var. Nehrin bir tarafında yürüyerek gezebiliyorsunuz diğer tarafında ise şehri bir baştan diğerine dolaşan soluk mavi, bordoya çalan kırmızı sözün kısası eski hem de çok eski tramvaylarla istediğiniz yere ulaşabiliyorsunuz. Nehir üzerindeki köprülerden en meşhuru Latin Köprüsü. Köprüde karşıdan karşıya geçenlerden çok fotoğraf çektirenler dikkatinizi çekecektir. İşte, Birinci Dünya Savaşı’nı tetikleyen olayın gerçekleştiği adres burası. O günlere ait merak ettiğiniz her şeyi köprünün hemen yakınında bulunan müzeyi gezerek öğrenebilirsiniz. 

Yürümekten yorulup, hem biraz soluklanmak hem de birşeyler içmek için  köprünün biraz ilerisindeki küçücük beyaz badanalı yapıya “İnat Kuca”ya ulaşırsanız hikayesi eminim sizin de ilginizi çekecektir. Bugün kafe olarak faaliyet gösteren İnat Kuca’nın sahibi inatçı mı inatçıymış. Kütüphane binasının yapımı sırasında civardaki bazı evlerin yıkılması gerekiyormuş. Evler yıkılacak, o evlerden çıkanlara yeni ev verilecekmiş. İşte bu evlerden birisinin sahibi “ben çıkmam da çıkmam evimden” diye inat etmiş. Devletin ileri gelenleri onca dil dökmüşler ama bir türlü ikna edememişler. Gel zaman git zaman yumuşamış evin sahibi, ama bir şartı varmış: Evinin duvarlarındaki tüm tuğlalar teker teker sökülecek aynı malzemeyle nehrin tam karşısında kendisine bir ev yapılacak. Ev yıkılmış ve karşı tarafa aynısı yapılmış; yeni evin adı da “İnat Kuca” kalmış. İşte yanında bir lokma bol hindistan cevizli lokum ile şekersiz ikram edilen Boşnak kahvenizi yudumladığınız mekanın “İnat Kuca” nın, dinlediğim öyküsü.




Saraybosna, yürüyerek, ara sokaklarında kaybolarak keşfedilecek bir şehir. Şehrin mutlaka görülmesi gereken önemli tarihi mekanlarını da bu yürüyüşleriniz sırasında elinizle koymuş gibi bulursunuz. Tüm sokakların birleştiği nokta Güvercin Meydanı.  Meydan kalabalık mı kalabalık, turistler, yerliler ve tabii ki güvercinler. Ortasında yeniden yapılmış ahşap bir çeşme... Meydana açılan sokakların herbirinde el emeği göz nuru ürünlerin satıldığı minik dükkanlar var, akşam olunca bunların çoğunun ahşap kepenkleri kapanıyor. Her sokak başında meşhur Boşnak börekçileri. Boşnak böreği; hani ucundan bir lokma tadına bakıyım, diye başlayıp “hadi biraz daha, azıcık daha” yiyim deyip ölçüyü kaçırtacak kadar muhteşem bir lezzet. Kıymalı içle hazırlanan böreğin üzerine yoğurt konularak servis ediliyor. Ama ne yoğurt, kaymak tadında, krema kıvamında. Ayrıca ıspananklı, patatesli ve peynirli böreklerin de tadına bakmalısınız. Fırından yeni çıkmış, nar gibi kızarmış güzelim böreklerin tek eksiği şöyle taze demlenmiş bir bardak çay. Evet, demleme çay yok buralarda ne yazık ki. Börekle bitmiyor tabi ki. Kebap denilen köfte, kıyması bol pirinci az malzemeli dolmalar, çorbalar, etin her çeşidi, benim pek beğendiğim ve iki tane yediğim içi bol cevizle doldurulmuş tufahiye tatlısı, peynir çeşitleri, şaraplar ve siyah bira... Göze de mideye hitap ediyor buranın yemekleri. 


Sokaklarda dolaşırken Morica Han, Gazi Hüsrev Bey Camii ve Medresesi, saat kulesi hemen yolunuzun üstünde. Daha ileriye devam edince ise Ortodoks Kilisesi, Katedral, Boşnak Enstitüsü var. Saraybosna, aynı cadde üzerinde veya ara sokaklarında Katolik, Ortodoks ve Müslüman ibadet yerlerinin bir arada olduğu ender şehirlerden.
Şehrin yeni olan bölümünde ise kafeler, restoranlar, dünyanın tanınmış markalarının satıldığı mağaza ve butikler ile şimdilerde büyük şehirlerin vazgeçilmezi olan alışveriş merkezleri bulunmakta. Yeni olan tarafta yürürken iki caddenin birbirini kestiği yerde sönmeyen bir meşale çıkar karşınıza. İkinci Dünya Savaşı’nda yaşamlarını kaybedenler anısına konulmuş olan bu meşale gece gündüz sürekli yanıyor. 

Tarih kokan şehir Saraybosna’dan sonra ülkenin diğer şehir ve kasabalarını bir araç kiralayarak gönlünüzce dolaşabilirsiniz. Dağların, tepelerin arasından, yemyeşil vadilerden ve bütün güzellikleri üzerinde yansıtan hani “su yeşili” dediğimiz türden nehir kıyılarından yapacağınız geziniz de Mostar’a mutlaka uğrayın. Neretva Nehri’nin üzerinde Mimar Sinan’ın öğrencilerinden Mimar Hayreddin tarafından yapılan Mostar Köprüsü’nde soluklanıp, Mostar’ın, vaktiniz bolsa tüm bölgenin öyküsünü  bir de yorulmak bilmez seyyah Evliya Çelebi’den dinleyin. Kış kapıdan girmeden yola çıkın.... Haydi, Bosna-Hersek Yolcusu kalmasın!
Yazı:Yeşim Özcan / @yesimcimcim  Fotoğraflar: Murat Solakoğlu / @msolaks

16 Ekim 2017 Pazartesi

Hoş Geldin Güz Nallıhan

Hoş Geldin Güz

İlkokul yıllarımda ‘güz’ demek yaklaşan karlı kış günlerine hazırlık demekti... O yılların yaz boyunca sokaktan eve girmeyen çocukları ‘güz telaşı’ nı Hayat Bilgisi dersinin üçüncü ya da dördüncü ünitesinde yaşardık ilk, “kışa hazırlık” başlığıyla. Salçalar yapılır, turşuluk malzeme alınır, reçeller kaynatılıp, konserveler hazırlanırdı... Daha marifetli olanlar tarhana yapar, biber patlıcan kuruturdu. 



Bütün bir yaz çoluk çocuk, genç yaşlı demeden konuk ağırladı tüm sahiller, Ege’nin şirin kasabaları... Açık havada, balkonlarda, bahçelerde kuruldu en güzel sofralar, dostlarla paylaşıldı pişirilen birbirinden lezzetli yemekler. Güneş olabildiğince ısıttı, terletti. Koştuk atladık masmavi denize... Belki kulaç attık sabahın erken saatlerinde. 
Yaz bitti... Sahilde masalar, sandalyeler toplandı, yazlık evlerin kepenkleri bir bir kapatıldı. Komşularla vedalaşıldı. Sözler verildi “seneye bahçenin şurasına yeni çiçekler ekelim, aman ihmal etmeyelim” diye. Dönüldü yeniden şehirlere, kışlık yaşamlara...

Şimdi güz zamanı, kışa hazırlık başladı, hepimizi tatlı bir telaş sardı...
İlkokul yıllarımda ‘güz’ demek yaklaşan karlı kış günlerine hazırlık demekti... O yılların yaz boyunca sokaktan eve girmeyen çocukları ‘güz telaşı’ nı  Hayat Bilgisi dersinin üçüncü ya da dördüncü ünitesinde yaşardık ilk, ‘kışa hazırlık’ başlığıyla. Salçalar yapılır, turşuluk malzeme alınır, reçeller kaynatılıp, konserveler hazırlanırdı... Daha marifetli olanlar tarhana yapar, biber patlıcan kuruturdu. Şimdi büyüdük, güz telaşı büyük şehirlerde kayboldu gitti, artık ne salça yapan var ne de reçel kaynatan... 

Nallıhan’da Güz Telaşı
Yazdan kalma bir günde özlemle anarken dostlarla  o günleri yolumuz Nallıhan pazarına düşüverdi. Geçmişte tarihi İpek Yolu üzerinde yer alan Nallıhan, Ankara’ya 160, Bolu’ya 90 km. mesafede bulunuyor. Yöreye Nallıhan adının verilişiyle ilgili değişik rivayetler var. Bunlardan en çok bilineni ise Köroğlu’nun konakladığı hanın bahçesinde atının nalını düşürmesi ve nalı halkın hanın kapısına asmasından sonra yörenin ‘Nallıhan’ olarak anılışı.

Önce pazarımızı yaptık neşeyle, ardından bir bir gezdik gördük her yeri gönüllü rehberlerimiz eşliğinde. Nallıhan’da pazartesi günleri kurulan pazarda herşey var: Turşuluk domates, salatalık, tazecik kokulu biberler, kelek, kışlık kavun, her derde deva kuşburnu, reçellik kayısı, kızılcık... Sonra sebzenin en tazesi. Becerebilene pekmezlik baldan tatlı sarı, siyah üzüm, yok ben ‘yapamam’ diyene mis kokulu pekmez, tarhana, biber salçası... 

Güneşin içimizi sıcacık yaptığı bu yazdan kalma güz gününde herşey çocukluğumuzdaki gibiydi... İşte güz telaşı, kışa hazırlık! Pazarda selam verip tezgahına yaklaştığımız güleryüzlü teyzeler neşeyle anlattılar kış hazırlıklarını... 
Dillere Destan Nallıhan Mutfağı
Tavuklu ya da kavurmalı kapama pilavı, keşli, cevizli erişte, sebzeli güveç, büzme baklava, çekme helva, keçi peyniri ile yapılan höşmerim, keçe erik ile yapılan marmelat, cevizli gazete baklavası, pekmezli çörek... Dilim dilim kesilmiş ilk önce ne olduğunu bir türlü çözemediğimiz sonradan sorup öğrendiğimiz patlıcanlı pekmez, bir de normalde sadece arife günü yapılan ancak bizim önceden haber verip gitmemiz sebebiyle pişirilen cevizli bayram çöreği...Günümüzde hala bayramda ziyarete gelecek eş dost için pişirilen bayram çöreğinin sadece cevizlisi değil, peynirlisi, soğanlısı, patateslisi de yapılıyormuş. Eskiden arife günü bütün kadınlar toplanıp fırına gidip pişiriyorlarmış bayram çöreğini, sonra da herkes ihtiyacı kadarını alıp evine götürüyormuş... 
Nallıhan mutfağında pişen her yemek damak çatlatan cisinden. Özellikle yeme içmede yan komşu Beypazarı ile tatlı bir rekabet yaşanmaya başlamış şimdilerde...




Sevinç,umut, hayal kırıklığı; duygularını işlediği oyalarla dile getirmiş yıllardan beri Nallıhan kadını 
 Meşe yaprağı, leylek, çiğdem, hercai menekşe, balık kılçığı, saray süpürgesi, gönül kurdu, ceylan tırnağı, hanım penceresi, çapkın bıyığı... Nallıhan’ın özgün el sanatlarından olan iğne oyaları anlattığı sessiz hikayelerle, içerdiği anlamlarla işleyen kadının dili, duygularının tercümanı olmuş adeta...


Yaşadığı hayattan memnun olmayan kadınlar mutsuzluğunu ifade etmek için ‘kızılcık oya’ takarlarmış başalarına. Dostlara ‘karanfil oya’ hediye edilirmiş güzellik, hoşluk adına...

"Yarimin ince beli 
Sarmayan olsun deli 
Gelinim çok mutlusun
Başındaki papatyadan belli"


Nallıhan’ın geçmişten günümüze tüm zamanlarına damgasını vurmuş iğne oyaları gün gelmiş önemli bir geçim kaynağı olmuş. Ankara’dan, İstanbul’dan daha da uzaklardan Japonya’dan bile meraklıları varmış gelip buradan oya alan... Kiminde bir küpe, kiminde bir kolye, belki bir kitap ayracı ama en çok eskiden olduğu gibi giyimde aksesuar olan fularlarda, ipek eşarplarda rastlanır olmuş Nallıhan’ın iğne oyalarına...

Nallıhan Kuş Cenneti, asırlık ardıç ağaçlarıyla kaplı Hoşebe piknik alanı, Bacım Sultan, Tapduk Emre Türbeleri, Nasuh Paşa Camii, Kültür Evi, Ilıca Şelalesi, Kocahan ve dillere destan Nallıhan oyaları... Ankara’dan eski güz günlerini, kışa hazırlık telaşını yaşamak için geldiğimiz Nallıhan’da bir gün yetmedi yöreyi ve civarını gezmeye.

Yaz bitti, şimdi güz zamanı, kışa hazırlık başladı, hepimizi tatlı bir telaş sardı... Olsun, hepsi de keyifli, hoş telaşlar. Dostlarla nice sofraların kurulacağı keyifli bir güz geçirmeniz dileğiyle!
Yazı: Yeşim Özcan /yesim@sorbetpr.com/@yesimcimcim
Fotoğraflar: Murat Solakoğlu

6 Eylül 2017 Çarşamba

Güzelliklere Açılan Kapı: Lavanta Kokulu Köy KUYUCAK



Mavi huydur  bende (*)... Gönül penceremde, en sevdiğim renk maviye açılsa da, severim tüm renkleri umutla yine de. İnsanları, durumları, şehirleri de bir renkle tanımlamak, anılarımda öyle iz bırakmalarını sağlamak iyi gelir bana. Kars beyazdır, Kaş turkuaz... Mardin sarıdır, Antakya ebruli... Artvin yeşildir, Ankara gri... Ben değilim aslında bu renkleri  yakıştıran şehirlere. Hayat doğal olarak buluyor, bulduruyor yakışanını. Isparta Keçiborlu kazası Kuyucak Köyü de böyle bulmuş olurunu. Moru seçmiş... Yeri göğü mor kılmışlar, kucak kucak, mis gibi sunuyorlar gelenlere...


Bu sene Temmuz ayında Göller Bölgesine doğru yaptığım bir haftasonu kaçamağında gidip gezdiğim ve hayran kaldığım bu köyün adını, ilk defa "Gelecek Turizmde" diye anılan bir destek programında gördüm aslında. O tarihe kadar benim bildiğim tek Kuyucak, Sebahattin Ali'nin romanına kahraman olan Yusuf'un doğduğu Aydın'ın bir kazasıydı oysa.


Kültür ve Turizm Bakanlığı, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı ve Anadolu Efes'in ortaklığında sürdürülen programın amacı Türkiye'nin turizm potansiyelini ortaya çıkarmak, bu alandaki istihdamı artırmak ve sürdürülebilir turizm projeleri üzerinden yerel kalkınmaya destek olmaktı. Ama, benim ilgimi en çok, bu amaçla yola çıkanların genellikle kadınlar olması çekti nedense...


Kadın isterse, her şey değişir, güzelleşir diyenlerdenim ben de😉 O yüzden ilgi ile takip ettim yapılanları. Projenin ilk dönemlerinde Bursa'nın Misi köyü kadınları, yerel lezzetlerini ve ipekböceği ile yaptıkları geleneksel el sanatlarını tanıttılar. Ardından Mardin'in kadınları, eski bir Mardin evini harika İpekyolu Misafirevine çevirdiler...Seferihisar'daki kadınlardan geldi sonra ses. Yörenin birbirinden güzel doğal lezzetlerini markalaştıracağız ve herkese tanıtacağız dedi onlar da... Urfalı kadınlar biz de varız dedi. Göbeklitepe ile bir kez daha dikkat çeken taş işçiliğini yeniden hayata geçirmek için sıvadı onlar da kollarını, yanlarına birkaç aynı ruhta erkeği alarak... Ama kanımca en köklü etkiyi yaratan, Isparta'nın Kuyucak Köyü kadınları oldu. Yıllardır sessizce yaptıkları üretimden, bir peri masalı yarattılar.


Köyü görüp de, bunu kabul etmemek mümkün değil gerçekten... "Kuyucak" adının tılsımı bu herhalde... Dokunduğunu güzelleştiren kahramanlar yetiştiriyor.😊 Aynı Sebahattin Ali’nin romanda düzene, kadere isyan eden Yusuf’u gibi, Kuyucak Köyü kadınları da, güzeller güzeli köylerinin bu şekilde kendi kabuğunda yaşamasına isyan ettiler ve gerek köylerinin gerek kendilerinin hayatının akışını değiştirmeye kalktılar. 


Burdur Gölü manzaralı köylerinde, araziler boş kalmasın diye tam 42 yıldır ürettikleri, kuruttukları, yağını, balını yaptıkları lavantalarla görünür olmayı başardılar.   Kendi halinde ama emek dolu devam eden sakin yaşamları, 2014 yılında bambaşka bir seyir aldı. O yıl, Keçiborlu kaymakamlığının önderliğinde, "Gelecek Turizmde" projesine başvurdular ve "Lavanta Kokulu Köy" projesi ile o yılın 1.si oldular.
Bundan sonra da peri masalı başladı işte. Önce kadınlara bir kooperatif kurduruldu. 20 kadından oluşan kooperatif üyelerine, aromatik bitki yetiştiriciliği, kooperatifçilik, ev pansiyonculuğu, hijyen, güzel konuşma, girişimcilik, satış ve alan tanıtımı gibi konularda eğitimler verildi. Hatta tecrübe olsun diye, kadınlar Fransa'ya bile götürüldü. İşte bundan sonra da, köye değen o sihirli el sayesinde, değişim-gelişim başladı...
İşte tüm bu bilgiler ışığında çıktık yola. Köye sabah saat 7 gibi ulaştık. Gün yenice doğmuştu. Toprakta, evlerin üzerinde gecenin gölgeleri vardı daha... Köyün girişindeki bir dondurmacıda "Barcelona" tabelası, onun yanında da sağa-sola yatmış, yıkılmak üzere olan terk edilmiş eski evler dikkatimi çekti ilk olarak. Bu tezat Anadolu'nun her yerinde var elbette. Ama gönülden geçen, Gelecek Turizmde projesinin köyün geneline sihirli değneğini değdirmesi yönünde... Oraya ait olmayanların köyden çıkarılmasını, yıkılsın diye beklenen o evlerin restore edilerek köyde konaklama imkanlarının artırılmasını istiyor insan…

Bugün yaklaşık 3.000 dönümlük bir alan lavantalarla kaplı Kuyucak ve civarında. Tarlalar haziranda tomurcuklanıyor, temmuzda çiçekleniyor ve ağustosta da hasat yapılıyor. Lavantaların güldeki gibi koku kaybetme endişesi olmadığı için, erken saatte hasat zorunluluğu olmadığını ve az suyla bakımlarının yapılabildiğini, bunların da kazancı artıran bir durum olduğunu öğreniyorum orada.  


Açıkhava fotoğraf stüdyosu gibi tarlalar. Hayalleri deklanşöre düşsün diye, doğru ışığın, doğru açının peşinde tarlaların yeni misafirleri. Herkesin dilinde “Fransa’nın Provence Bölgesi gibi” benzetmesi, şaşkınlık nidaları… Yerin göğün neredeyse mora bulandığı burnumuzun dibindeki bu köyün, şimdiye kadar bilinmemesi acı aslında. Provence’ı görenlerin aklından da “Tıpkı Türkiye’deki Kuyucak gibi” cümlesi geçsin diye tüm bu çabalar. Şimdiye kadar gidersen varlığından haberdar olduğun yerlerin kaderini yaşayan, gözden kaçan hayatlar, birileri görmeyince gölgesiz, sessiz yaşayan insanlar diyarı Kuyucak, artık çemberin dışına çıkacak diye umuyorum.

Tarlaların moru, sıcak geçen yıl nedeniyle bu yıl erken solmuş. Ama yine de köy üstü denilen eresil taraflarındaki tarlalarda daha çok mor çiçekli öbekler görmek mümkün.  Lavantanın yükseği sevdiğini de burada öğreniyorum. Gözün değdiği her yerin böyle lavantalarla kaplı olması, mor bir düşün içine girmek gibi. O kokunun yoğunluğu, arı vızıltılarının sessizlik içindeki uyumlu korosu... Herşey çok güzel görünüyor bana.


Gözümüz gönlümüz bu güzelliğe doyunca, açlığımızı anımsıyoruz … Kuyucak'ta lavanta kokulu kadın kooperatifinin açtığı şirin çardak altı tesiste yapıyoruz kahvaltımızı. Gözleme, haşhaş ezmesi, lokul... her biri kooperatif üyesi kadınların birbirinden güzel el emekleri...  Ama dar zamana yığılan bu kalabalık yormuş köyün güzel, üretken kadınlarını... Hizmete yetişemiyorlar. Zamanla olacaktır. Yılgınlık, yorgunluk yaşamadıkları takdirde, her yıl üzerine daha güzel başarılar ekleyecektir. 


Köy muhtarı emekli öğretmen Mehmet Aydemir'in çabasıyla, 145 dönümlük hazine arazisinin, köy tüzel kişiliğine geçirildiğini öğreniyorum kahvaltı esnasında. Amaçları Lavanta tarlaları arasında ahşaptan evler yaparak, lavanta turlarını konaklamalı hale getirmekmiş. Umarım, bunu da başarırlar. Araziler köy tüzel kişiliğine ait kalır. Rant sağlamayı ve el attıkları yerin posası çıktıktan sonra fırlatıp bir kenara atmayı planlayan şehir eşkıyalarının, rant düşkünlerinin eline geçmez buraları... Var çünkü bunun örnekleri. Alaçatı 20 yıl önce kendi halinde güzel bir köyken, bugün geldiği nokta çok mu güzel sizce? Ben, yerel hayatı bozmadan, oradaki insanların hayatlarını, alışkanlıklarını değiştirmeden yaşanan gelişimden yanayım. Değişime-gelişime evet, dönüşüme, tek tipliliğe, turist soygunculuğuna, kültür yok ediciliğine hayır diyorum ısrarla…

Gezinin asıl amacı lavanta tarlalarını görmek olsa da, amaca ulaştıktan sonra civarda gezmeye kim engel olabilir diyoruz. Kahvaltı sonrasında lavantalara veda edip, rotamızı Eğirdir’e çeviriyoruz. Gölde, gecenin ve sabahın üstümüzdeki yorgunluğunu atmadan önce, Burdur Müzesine uğruyoruz. Müze, Anadolu'daki en güzel müzelerden biri bence. Daha önce yaptığım Sagalassos gezimde yazdığım  bu yazımdan  müze ile ilgili detaylara ulaşabilirsiniz.  Sagalassos ve Kybiria antik kentlerinin bulgularıyla dolu, harika bir sunuma sahip bu müzeyi herkes görmeli bence...

Öğleden sonra, Eğirdir Gölü'nde yüzme molası veriyoruz. Göl, haftasonu olması nedeniyle oldukça kalabalık. Suyu bulanık ve çok sığ... İki neden de keyifle yüzmeme engel oluyor. Ama yine de, "gölde yüzmedik" dememek için giriyoruz suya. Sonrası sahil kenarında sohbet muhabbet.

Akşama doğru otele eşyaları bırakıp, bir duş alıp Eğirdir'in tepelerindeki seyir terasına gidiyoruz. Daha önce gelip gördüğüm kır kahvesinden hallice görünümlü manzara terasını, bugün böyle düzenlenmiş, seyir balkonları oluşturulmuş, tertemiz bir halde görmek çok mutlu ediyor beni. Manzara gönlümüzü, gözümüzü doyuruyor ama acıkan karnımızı da doyurmamız lazım. Bunun için de, Yeşilada tarafına geçiyoruz. Eğirdir'in en güzel balık lokantaları burada...
Ertesi gün, kahvaltı sonrası Kovada gölü Milli parkına gidiyoruz. Bu göl, belki de göller bölgesinin suyu azalmayan ender göllerinden biri. Suyu yemyeşil,  manzarası çok güzel, ortamı huzurlu... Milli park alanı zengin bir bitki örtüsüne sahip. Kızılçam, karaçam, meşe ve ardıç gibi ağaç türleri ile çok sayıda maki florası kaplı her yer. Suyun yeşilliği biraz bu gölü kaplayan bitki örtüsünden, biraz da suda bulunan tortulardan ötürü...
Eğirdir Gölü’nün güneye devamı olan Kovada Gölü, aradaki dar bölgenin alüvyonlarla dolması sonucu ayrı bir göl halini almış. Gölü kaplayan yeşil alan içerisinde yaşayan canlı türlerinin, ne yazık ki hayatta olmayan örnekleri, Milli park girişindeki park tanıtım ofisinde sergileniyor... 

Buradan Yazılı Kanyon'a gidiyoruz. Yazılı Kanyon da Milli Park. Hafta sonu olması nedeniyle piknikçilerle dolu. Havaya yayılan mangal kokusu, kanyonun içlerine doğru yürüdükçe doğanın sunduğu eşsiz kokuların arasında kayboluyor Allahtan. Kanyona adını veren yazıt, iç kesimlerde bir kaya üzerine eski Yunan şairlerinden Epiktetos'un yazmış olduğu "Hür İnsan üzerine Şiiri" aslında...

Şöyle diyor Epiktetos şiirde;

"Ey yolcu, yol hazırlığını yap ve koyul yola, şunu bilerek;
Hür kişi sadece karakterinde hür olan kişidir.
Kişi hürriyetinin ölçüsü bizzat kendi doğasında bulunur.
Ve kararında içtenlikliyse hür kişi,
Yüreğinde ise dürüstlüğü, işte bunlar asil yapar kişiyi
Ve bununla yücelir hür kişi hatalarla değil
Ana-babadan gelen uydurma bir asaletten tat almaz o;
Zira ana baba değildir hür insanı doğuran
Zeus'tur herkese ata olan ve de tek kök insanoğluna
Herkesin tek şansı vardır, o alır kader icabı beden güzelliğini
Budur soy güzelliği ve hür olma  hali gerçek anlamda
Ruhen köle olan ise saklamaz kötü sözden, katmerli köle olmasa da
Aşırılıktır şiarı bu kişinin, yüreğinde soysuzluk vardır.
Ey yolcu Epiktetos köle bir anadan doğmuştu ama
Yüceydi herkesten, bir kartal gibi, bilgelikte ise takdire şayandı ruhu
Söylemem gerekirse tanrısal bir varlık doğurdu onu
Keşke şimdi de bu mümkün olsa
Böylesine yararlı ve sevinç kaynağı bir insan
Tüm ünlü kişiler arasında köle bir anadan dünyaya geldi

Bu şiirin verdiği ilhamla, Aksu çayının kanyon içinde oluşturduğu küçük göl sularından birinde yüzme molası veriyoruz yine. Su buz gibi. Bu yorgunluğu, ancak böyle bir soğuk, bıçak gibi kesip alır bu bedenden diyoruz. Buz gibi suya, bedenimizi olmasa da ayaklarımızı sokuyoruz...

Bir gezi de böylece bitiyor işte. Geride  nice renkli, güzel anı bırakarak...

Gittiğin yerde gördüklerin değil, gözlerini kapattığında o yerden akılda ve gönülde kalanlardır önemli olan diye düşünüyorum. Benim aklımda da gönlümde de Kuyucak Köyünün emek veren insanlarının güzelliği kalıyor bu hafta sonuna dair. Doğanın muhteşemliği bir de...

Görmek istediğimizde, aslında tüm güzelliklerin burnumuzun dibinde olduğunu unutmadan gezeceğimiz yerlerde buluşmak ümidiyle…

  (*)   Edip Cansever şirinden

Yazı: Sonat Şen
Fotoğraflar: Serhat Güler

Dip Not: Yazıma eşlik eden Lavanta Vadisindeki bu muhteşem fotoğraflar için dostum
Serhat Güler'e ve fotoğraflardaki sevgi dolu bakışların sahibi, güzel manken, biriciğim, geçmişim, canım arkadaşım Filiz Güler'e sonsuz teşekkürlerimle...