10 Aralık 2019 Salı

Pülümür

2018 Mayıs ayı ortalarında, yıllardır istediğim, ama bir türlü yapamadığım Dersim ve çevresi gezisini Tempo Tur sayesinde gerçekleştirdim. Bu gezide gördüklerimi, öğrendiklerimi birkaç yazı ile aktarmaya çalışacağım:
Geziye Ankara’nın artık “eski” olarak adlandırılan tren garından başladık. Son yıllarda bir “efsane” haline dönüşen Doğu Ekspresi ile 17 saatlik keyifli bir yolculuktan sonra Erzincan’a ulaştık. Erzincan’da kısa bir Ekşi Su ziyaretinden sonra Munzur dağlarının karlı zirvelerini seyrederek, Cankurtaran geçidini aşarak Pülümür’e ulaştık.
Pülümür
Tunceli’ye bağlı ilçenin tarihi oldukça eskilere uzanmakta. Bir dönem Urartuluların egemen olduğu Pülümür’ü daha sonra Kapadokyalılar, Romalılar, Selçuklular yönetmiş. Çevrede çok sayıda Ermeni yerleşim yeri de bulunmakta. Neyse, bu tarih faslını bütün detaylarına yazarsak sayfalar dolusu sürer; o nedenle özetin özetini yazalım: Osmanlılar döneminde “Kuzucan” adıyla bilinen yöre, 1847’de Erzincan’a bağlı bir ilçedir; 1936’da da Tunceli’ye bağlanır.
Günümüzde Pülümür, 1.500 nüfuslu küçücük bir ilçe. Verilen göç nedeni ile nüfus sürekli olarak azalmakta.
İlçe, üzerinde bir kısmı silinmiş de olsa “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözlerinin yazılı olduğu Arap Kızı dağının eteklerinde kurulmuş. Yeri gelmişken belirtelim, Dersim yöresinde her coğrafi oluşumun, yerleşim yerinin, kutsal mekanın, hatta kayanın, gözenin bir hikayesi, efsanesi bulunmakta. Arap Kızı dağı da bunlardan biri. Anlatıldığına göre, özellikle şafak vakti dağın üzerinde, nasıl oluyorsa, bir Arap kızının yüzüne benzer figürler ortaya çıkıyormuş [Ama ben, bir Arap kızının yüzü nasıl olurmuş, işte onu bilmiyorum!]. 
Şiirselleştirilen Bir Metin ve Bir Şiir
Pülümür içinde görülmesi gereken tek yer şair Cemal Süreya anıtı. Cemal Süreya 1931’de Pülümür’de doğmuş, 1938’de ailesi ile birlikte sürgüne gönderilmiş. 5-6 yıl önce şehrin tek caddesi üzerine heykeltraş Murat Yeşilgöz tarafından yapılan bir anıtı yerleştirilmiş. Anıtın üzerinde Cemal Süreya’nın vaktiyle yazdığı mektupta yer alan “Bizi bir kamyona doldurdular/Tüfekli iki erin nezaretinde/Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular/Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar/Tarih öncesi köpekler havlıyordu” satırları bir şiir gibi kaydedilmiş. 

Herşey iyi, güzel hoş da, anıtın önü, arkası araçlar için park alanı haline getirilmiş; doğru-dürüst bir fotoğraf çekmek bile mümkün değil!
“Şiir” haline dönüştürülmüş bir metinden söz ettikten sonra bir de gerçek şiirden söz edelim: Bülent Ecevit’in 1969’da kaleme aldığı; “Pülümür’ün bir dağ köyünde gördüm onu/yaşını sordum bir giz gibi güldü/kimi seksen dedi köylülerden kimi yüz/yüzüne baktım bir giz gibi güldü” dizeleriyle başlayan “Pülümür’ün Yaşsız Kadını” adlı şiirini her halde son dönem edebiyatımızın örnek eserlerinden biri olarak kabul etmek gerekir.
Pülümür’ü kuşbakışı seyredebileceğiniz “seyir tepesi”ne de çıkıp, Zazaca türküler dinledikten, karlı dağların gölgesindeki  inanılmaz derecede güzel yemyeşil doğayı seyrettikten sonra yola devam ettik.


Bu arada Pülümür’ün balı ile meşhur bir yer olduğunu, 20-25 yıldır Ağustos ayında “Bal Festivali” düzenlendiğini de kayda geçelim. Yani, Pülümür, her türlü hile-hurdadan azade tam canınızın istediği gibi , günümüzün yaygın tabiri ile “organik” balın üretildiği önemli bir merkez.
Gelin Odaları ve Hatun Köprüsü
Pülümür-Tunceli yolunun 3. kilometresinde, iki tarihi eser yanyana, birbirini bütünler vaziyette bulunmakta.
Bunlardan ilki Urartular döneminde kalma, halk tarafından “gelin odaları” olarak adlandırılan kaya mezarları. Kayalara oyularak yapılan odalarda bir kral tahtı, zindan ve aşağıdaki dereye inen merdivenler bulunmaktaymış. “Bulunmaktaymış” diyorum, çünkü, gerekli ekipman olmadan bu kayalıkları gezmek pek mümkün değil. 
İkinci eser ise o kaya mezarlarından inilen derenin üzerinde muhtemelen Selçuklular döneminde inşa edilen, ama resmi kayıtlara göre bir XIX. yüzyıl Osmanlı eseri olan Hatun Köprüsü [Pirde Xanime] ya da Hanım köprüsü.
Biraz önce, bu yörede her noktanın bir hikâyesi olduğunu yazmıştık. Doğal olarak Hatun köprüsü de bir hikâyeye sahip: Söylenceye göre, bölgeye hakim olan bir “hatun kişi”, Pülümür Çayı üzerine tek gözlü bir köprü yapılmasını istemiş; ama bu köprünün inşasında kullanılacak taşlarının Tercan’dan getirilmesini ve getirilen tüm taşların “ne bir eksik, ne bir fazla” olmamasını şart koşmuş. Ve de eğer bu şartlar yerine getirilirse usta ile evleneceğini, aksi halde ustanın boynunun vurulacağını açıklamış. Sonuç olarak gözü pek bir usta çıkmış, köprüyü koşullara uygun olarak inşa etmiş ve “hatun kişi” ile evlenerek muradına ermiş!


Uzun yıllar kullanıldıktan sonra harab duruma düşen köprü, bir süre define avcılarına ev sahipliği yapmış. Neden sonra da, artık kimin aklına geldiyse restore edilmesine karar verilmiş. Ve de yakın zamanlarda “restore” edilmiş! Ama ne restorasyon; hiç sormayın!!! İşi üstlenen müteahhit köprü zeminine keyfince “kayrak taşlarını” döşeyerek nerede ise “post-modern” bir “eser” yaratmış. Bir diğer gariplik de, köprünün iki yakasında da her hangi bir yolun olmayışı. Bir derenin üzerinde, hiçbir bağlantısı olmayan bir köprü; yani, günümüzde Hatun köprüsü bir “süs” olmanın ötesinde bir işleve sahip değil!
Neyse, önümüzde daha çok yol, anlatacak çok hikâye, görülecek çok yer var.
Bir başka rotada birlikte olmak dileğiyle…

Yazı ve fotoğraflar:
M.Bülent Varlık

26 Haziran 2019 Çarşamba

Yaz aylarının vazgeçilmez rotası: Yaylalar...

Bi’pazar sabahı erkenden düşüp yollara yakına, en yakın yaylalara gitmek, uçsuz bucaksız
yeşilin içinde, keyifli bir rotada yürümek belki de en güzel çaredir sıcağa ve bütün hafta kapalı mekanlarda çalışmanın verdiği yorgunluğa...

Yazı ve fotoğraflar
Yeşim Özcan

@yesimcimcim

“Uzun yıllardan beri yalnız başına yaşayan Toprak Ana’nın gün gelmiş yalnız yaşamaktan çok canı sıkılır olmuş. Daha fazla bu duruma dayanamayan Toprak Ana kalkmış, gök krallığına misafirliğe gitmiş. Sarayın kapısına varınca şaşırıp kalmış. Gürültüler, patırtılar, bağrış, çağrış.... Ne olduğuna anlam veremeyen Toprak Ana kapıyı açan nöbetçiye bu seslerin ne olduğunu sormuş. “Ne olacak, mevsim kardeşlerin gürültüsü, kavga edip duruyorlar..” diye cevaplamış nöbetçi. Sesler, kavga, gürültü devam ederken Toprak Ana’nın aklına oracıkta bir fikir gelmiş ve nöbetçiye, “Ben çok yalnızım, mevsim kardeşleri bana verin, biraz da benimle yaşasınlar” demiş. Nöbetçi, Toprak Ana’nın isteğini krala iletmiş. Kralın “olur” cevabını alan Toprak Ana evine dönüp beklemeye başlamış. 




Bu bekleyiş uzun sürmemiş. Bir sabah ilk önce en küçük kardeş gelmiş. Pembe, beyaz saçlı, güzel bir çocukmuş. “Benim adım ilkbahar, size ufak bir armağan getirdim, Toprak Ana” diyerek çantasını açmış. Çantanın içinden tomurcuklanmış dallar, mis kokulu, rengarenk çiçekler çıkarıp Toprak Ana’nın kucağına koymuş ilkbahar. Çok geçmeden ikinci kardeş gelmiş, tombul, kırmızı yanaklı, şirin mi şirin bir kız çocuğuymuş bu gelen,  adı da “yaz” mış. “Haydi çekil bakalım, bak ben geldim” demiş. Arkasına sakladığı ellerinin arasında bir sepet tutuyormuş. Neler yokmuş ki o sepetin içinde... Kıpkırmızı çilekler, salkım salkım üzümler, güneşe doymuş şeftaliler. Sepeti Toprak Ana’ya sunup, “bunları senin için topladım” demiş. Derken üçüncü kardeş gelmiş, sarı sapsarı bir çocukmuş. Toprak Ana’ya, “ben sonbaharım”demiş. “Yalnızlığı, sessizliği severim.” Sonra da kuşları kovmuş, her yeri boydan boya sarıya boyamış. Ortalık bi’sessiz olmuş. Tam bu sırada dördüncü kardeş kapıdan içeri girmiş. Çiçekleri, meyveleri dağıtmış, cebinden beyaz bir su çıkarıp başlamış etrafa dökmeye. Dökerken bi’yandan da bağırıyormuş: “Benim adım kış, benim adım kış” Suyu dökmesiyle etraf bembeyaz olmuş. 





Dört kardeş de Toprak Ana’yı çok sevmiş, onunla kalmak istemiş. “Sen kalacaksın, sen gideceksin, hayır ben kalacağım..” diye başlamışlar kavga etmeye. Onlar kavga ederken etraf dağılmış, her şey alt-üst olmuş. Bu duruma daha fazla dayanamayan Toprak Ana,”Beni dinleyin, ya gelip sırayla yanımda üçer ay kalın ya da kalkın gidin. Hepinizi aynı anda istemiyorum.” demiş. 
Mevsim kardeşler düşünüp taşınmışlar, kavgayı bırakıp “tamam” demişler. 
İşte o günden beri sırayla, Toprak Ana’nın üçer ay misafiri oluyorlar. İlkbahar, yaz, sonbahar, kış....”



Tombul, kırmızı yanaklı kız çocuğu “yaz”ın Toprak Ana’yı ziyarete geldiği günlerdeyiz. Toplamış gelmiş yaz, bize en sevdiğimiz meyveleri... İyi yapmış, hoş gelmiş o meyveler şahane.... Şahane de, bazı günler dayanılmaz hale gelen sıcağa ne yapmak lazım acaba? 
Toprak Ana’nın vatanında, bizim şirin kız çocuğu “yaz”ın misafirliği  ile soğukların sona erdiğine ikna olan köylerde bir telaş başlar. Hayvanları otlatmak, serinde yaşamak, kışa hazırlık yapmak için “yaylaya çıkma” zamanıdır. Sadece köylerde mi?
Yazın bu sıcak günlerinde biz şehir hayatı ile haşır neşir olanlar için de şehirden kaçışın, doğayla iç içe olmanın en doğru adresidir yaylalar... “Vaktimiz az, iş güç fazla ...”diyorsanız da hiç olmazsa bi’pazar sabahı erkenden düşüp yollara yakına, en yakın yaylalara gitmek, uçsuz bucaksız yeşilin içinde, keyifli bir rotada yürümek belki de en güzel çaredir sıcağa ve bütün hafta kapalı mekanlarda çalışmanın verdiği yorgunluğa.
Tempo Turizm, her Pazar günü doğaya kaçmak isteyenlere günübirlik doğa yürüyüşleri düzenliyor. Yaz aylarının vazgeçilmez rotası da yeşile doyacağınız yaylalar... 
Urumşah, Hasbeyler, Bucak, İmreşe, Sungurlar, Koçumlar, Çayören.... Gerede’nin uçsuz bucaksız yaylaları. Zengin bitki örtüsüyle gezginlere büyüleyici manzaralar sunan birçok yayla var. Yeter ki siz Pazar sabahı erkenden uyanıp yola koyulmayı göze alın.Görecekleriniz, hissedecekleriniz buna değecek!
Gerede yaylalarına giderken yol boyunca yeşilin her tonunu görmek mümkün. Sadece yeşilin mi? Yağmurların hala devam ettiği bu günlerde yeşile eşlikçi rengarenk çiçekler de görsel bir şölen sunuyor biz erkencilere. 



Gerede- Urumşah yaylasından başlayan yürüyüş rotasının büyük bir çoğunluğu orman içindeki patikalarda gerçekleşiyor. Uçsuz bucaksız orman... Patikaların ucu bazen bir tepeye bazense buz gibi akan bir çeşmeye çıkıyor. Su buraların vazgeçilmezi. Mevsimlerden yaz olunca yaylalarda hayat telaşı var. Ahşap evlerin bacalarında sabahın ilk saatlerinden kalma cılız bir duman, burnumuza çalınan hafif bir is kokusu. Eee ne de olsa serin, biraz soğuk yayla... Atıp sobaya iki odun, çayı demlemek, bütün gün kekik kokulu çayırlarda otlanan sürünün hediyesi sütten yapılmış tereyağ ve peynirle kahvaltı yapmak; yaylacıların en büyük ayrıcalığı...


Selam vereni de alanı da çok ahşap gövdeli, teneke çatılı evlerle dolu yaylaların. Geçtiğiniz her yerde “yorulduysanız soluklanın” diyen, çay ikram eden, hal hatır soranlarla yapılan hoş beş ile azıcık durup dinlenmek mümkün. Sonra takılıp bir kelebeğin peşine doğru çamlarla sarılı vadiye... Vadinin hediyesi suya doymuş topraktan fışkıran sapsarı sığır kuyrukları, bembeyaz papatyalar. Ağaç kovuklarında hala mantar var... Çeşit çeşit mantar! 
Doğanın sürprizlerini deneyimlemenin, kendinle başbaşa kalmanın, başlayacak haftaya en iyi enerji toplamanın biz bozkır insanı için en doğru adresi.... yaylalar! 
Yaz toplanıp yerini kardeşi sarı sonbahara bırakmadan bi’fırsat yaratın kendinize, düşün yollara... Ve Halil Cibran’ın dediği gibi: “Toprağın, yalınayak üzerinde dolaştığınızı hissetmekten büyük keyif aldığını; rüzgarların saçlarınızla oynamayı özlediğini unutmayın...” Şimdiden keyfiniz bol olsun...

26 Şubat 2019 Salı

Destanlar Şehri Çanakkale


Yaşamaya Dair

yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.  
Nazım Hikmet 1947
Nazım’ın yaşama umuduyla özdeşleştirdiği, yüzyıllardır barışın sembolü sayılan zeytin ağacının kendi kendine yetiştiği bu toprakların, İzmir doğumlu Homeros’un yazacağı 10 yıllık bir savaş destanına ve yüzyıllar sonra da bir bağımsızlık savaşına sahne olacağını kim bilebilirdi. Kendi adıyla anılan boğazın iki yakasında yer alan, sayısız güzelliği barındıran Çanakkale’de Troya Antik Kenti ve Gelibolu Yarımadası Tarihi Milli Parkı ilk gezilecek yerler arasında sayılabilir. 
Gelibolu Yarımadası’nda geçen Çanakkale Deniz ve Kara Savaşları Türk milletinin dünyanın en güçlü devletlerine karşı koyduğu bir savunma destanıdır. Toplar, siperler, kaleler ve savaşla ilgili binlerce kalıntının yanı sıra yüzlerce Türk, Avustralya, Yeni Zelanda, İngiliz ve Fransız askerlerinin mezarları ve anıtları da buradadır. Tarihin gördüğü en büyük savaşlardan olan bu deniz savaşının gemileri de Çanakkale Boğazı’nın sayısız batıkları arasındadır.

Kilitbahir köyünde bulunan Kilitbahir Kalesi 1452 yılında Fatih Sultan Mehmet tarafından İstanbul kuşatması sırasında yaptırılmış ve Kanuni Sultan Süleyman'ın isteğiyle restore edilmiştir. Papalık Donanması’nın Bizans İmparatorluğu’na yardım etmesini engellemek amacıyla yapılan Kilitbahir Kalesi, Eceabat ilçesinde muhteşem manzarasıyla göz doldurur. 
Çimenlik Kalesi (Kale-i Sultaniye), Kilitbahir Kalesinin tam karşısında, boğazın en dar yerine İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından 1462 yılında inşa ettirilmiştir. Askeri müze olarak kullanılan yüzyıllara tanıklık etmiş kale, sağlam bir şekilde ayaktadır. Çimenlik parkı içinde bulunan 18 Mart 1915 Deniz Zaferi'nin kahramanı olan Nusrat Mayın Gemisi'nin birebir ölçekli maketi, park içinde özel olarak hazırlanan platforma yerleştirilmiş ve Çanakkale Boğaz Komutanlığı Müzesi ismi ile açılışı yapılmıştır. 

Çanakkale ilinin tarihteki ilk adı Hellepontos daha sonra Dardanelles olmuştur. Şehrin önemli iki simgesi sayılan Kale-i Sultaniye ile çanakçılık özdeşleşince şehir "Çanakkale" olarak adlandırılmaya başlamıştır.
Zeus’un doğduğu ve Yunan mitolojisinde tanrıçalar Hera, Afrodit ve Athena’nın katıldıkları güzellik yarışmasının yapıldığı yer olarak adı geçen İda Dağı Balıkesir ile birlikte Çanakkale sınırları içindedir ve bir efsaneyle bağlantılı Kaz Dağı olarak bilinir. Hikayeye göre, iyi yürekli, güzel Sarıkız kendisine atılan iftiralara inanan babası tarafından kazlarla birlikte İda Dağı’na bırakılır. Efsane bu ya, Sarıkız dağın tepesinden elini körfeze uzatarak su tasını doldurunca ve sırrı anlaşılınca oracıkta ölür. Buna çok üzülen babası da İda Dağı’nın başka bir tepesinde ölür. Bu hikayeye göre İda Dağı Kaz Dağı, dağın doruğu Sarıkız Tepesi, babanın öldüğü yer de Baba Dağı diye anılmaya başlar. 
Tarihte bilinen ilk güzellik yarışmasında Troya kralının oğlu Paris’in altın elmayı vererek seçtiği güzellik kraliçesi Tanrıça Afrodit, cüzzam hastalığına yakalanır. Güzelliği kaybolan Afrodit, İda Dağı’nda gezerken bir kurdun mağaraya girdiğini görür ve buradan çıkan şifalı sularda hergün yıkanarak hastalığından kurtulur ve eski güzelliğine yeniden kavuşur. Ayvacık İlçesi’ne bağlı Küçükkuyu Beldesi Küçükçetmi Köyü’nde bulunan Afrodit Kaplıcası çam, zeytin ve meyve ağaçları arasında sakin, sessiz ortamıyla huzur verici bir 
Güzellik yarışmasıyla başlayan hikaye 10 yıl sürecek bir savaşın başlangıcıdır aslında. Afrodit, Paris’e dünyanın en güzel kadını Helen’i vaad etmiş ve yarışmayı kazanmıştır. Sparta Kralı Menelaos’un karısı Helen’in Paris’le beraber Troya’ya kaçmasıyla başlayan savaş, sonunda Akaların tahta bir atın içinde şehre girmesiyle son bulur. İlyada Destanı’nı konu alan filmde kullanılan tahta atın görülebileceği meydan ve antik Troya şehrinin maketinin bulunduğu Morabbin Parkı şehrin merkezindedir.
Kaz Dağları’nın efsaneleri bitmez. Yöre aşiretinden bir kız ile obalı bir delikanlı evlenmek isterler. Fakat töre gereği obalı delikanlının kırk okkalık tuz çuvalını sırtından hiç indirmeden dağa çıkarması gerekir. Delikanlı Hasan, Emine ile evlenebilmek için tuz çuvalını sırtlanır. Ne yazık ki yarı yolda dağa çıkamayacağını anlar ve kendini gölete atar. Yeşilin onlarca tonunu barındıran, pınarları, küçük göletleri ve şelalesi olan Hasan Boğuldu Kaz Dağı’nın eteklerinde işte bu efsanede geçen gölettir. Sayılı oksijen depolarından olan Kaz Dağı Milli Parkı isteyene muhteşem yürüyüş parkurları olanağı tanır. 

Hristiyanlık inancını yaymak için Anadolu’yu adım adım dolaşan Aziz Pavlus Assos antik kentini de ziyaret etmiştir ve kent bu nedenle Hıristiyanlarca kutsal olarak kabul edilir. Assos Athena Tapınağı, Behram Kale, Antandros Antik Kenti, Venedik Marco Polo Meydanında kullanılan sütunların da çıkarıldığı Antik Taş Ocakları, Alexandria Troas Antik Kenti ve Limanları, Troya, Apollon Smintheus, Maydos Kilisetepe, Parion (Biga) arkeoloji meraklıları için benzersiz gezi alanlarıdır. İlyada destanında Gargaros olarak adı geçen bölge, Troya-Leleg-Midilli-Pers-Atina-Roma-Selçuklu-Osmanlı hakimiyetleri görmüştür ve bu hakimiyetlerin izlerini taşır. Adatepe Köyü yolu üzerindeki Zeus Altarı da meraklıların ilgisini çeker.  Bunların yanında, eşsiz buluntuların sergilendiği Çanakkale Arkeoloji Müzesi de unutulmamalıdır. 
Çanakkale savaşlarında bir halk türküsüne de konu olan ünlü Aynalı Çarşı, muhteşem Boğaz manzarasıyla kordon boyu, İtalyan Başkonsolosu Emilio Vitalis tarafından 1890’larda yaptırılan saat kulesi Çanakkale Merkezde görülebilir. 1905 yılında Er Hamamı olarak inşa edilen tarihi bir yapı “Seramik Şehri Çanakkale” projesi kapsamında seramik müzesi olarak yeniden düzenlenmiş ve ziyaretçilere açılmıştır.

Bozcaada Ege Denizi’nde ülkemize ait iki adadan birisidir ve Çanakkale Boğazı’nın girişinde yer alır. Eski deniz fenerinin olduğu Polente ya da  Habbele plajı Türkiye’de günbatımı manzarasını izleyebilecek en güzel yerler arasındadır. Boz görüntüsüne aldanıp arkasındaki üzüm bağlarını, bağların içindeki küçük ve sevimli bağ evlerini, küçük koyları, evinizdeymiş gibi hissedeceğiniz küçük kafeleri gözden kaçırmamak gerekir. Ağustos ayında “Bağ Bozumu Şenlikleri” yapılan Bozcaada’da, şarap fabrikaları olmakla beraber, evlerde de şarap yapılır. Zamanın yavaş aktığını düşüneceğiniz ve bu zamanıda sakin geçirmek isteyeceğiniz şirinmi şirin bir yer Bozcaada. Mavisi, yeşili, rengarenk çiçeklerle süslenmiş daracık sokakları, kumsalları, köy kahveleri, pazarı, her köşesinde bulabileceğiniz sıcacık sohbetleri ile ayrılmak istemeyeceğiniz bir dünya. Eski çağdaki adı Tenedos olan adaya Geyikli Yükyeri İskelesi'nden arabalı vapurlar kalkar.
Adaya yaklaşırken dikkat çeken Bozcaada kalesi  Fatih Sultan Mehmet döneminde, var olan kalıntılar üzerine yeniden yapılmış, görülmeye değer ayakta kalmış en güzel kalelerden biridir. 
Gökçeada Kuzey Ege’deki diğer Türk adası. İmroz adıyla da bilinen ada Türkiye’nin en batı ucu olduğu için “güneşin en son battığı yer” dir.  İlk sualtı parkı burada açılmış, denizdeki organik tarım konusunda pilot bölge olarak belirlenmiş ve doğal yaşam koruma altına alınmıştır. Türkiye’nin en temiz denizlerinden biri olarak zengin sualtı görünümüyle dalış yapanların oldukça ilgisini çeker. Gökçeada dini yapılarının çokluğu ile de dikkat çeker. Toplam 360 kilise ve manastırın olduğu ve günümüzde bunlardan sadece 7 kilise ve 50 manastırın kullanıldığı söyleniyor.

İsmini Antik Yunan döneminde bu bölgeye yerleşen bir filozofun kızı olan Lampsakos’dan aldığı sanılan Lapseki ilçesi en önemli tarım ürünü olan kirazları ve her yıl haziran ayında yapılan Kiraz Festivali ile ünlüdür. XVI. yüzyıl gezginlerinden Evliya Çelebi seyahatnamesinde Lapseki’den “Deniz kenarından uzak bir bayır ve seki üzerinde incirli bir orman vardı” diye bahseder. Lapseki’nin adıyla ilgili bir diğer söylenti de “İncirli seki” anlamında, kurulduğu bu yerden geldiğidir.
Çanakkale, destanları, kahramanlıkları ve antik kentleri kadar yöresel yemek ve tatlıları ile de ünlüdür. Ezine peyniri, sardalya balığı, piruhi, hıdrellez yahnisi, peynir helvası, simit lokumu tadılmazsa Çanakkale gezisi eksik kalır. Şehrin sofraları, börekleri ile de oldukça ünlüdür. En ünlüleri arasında kaymaklı lorlu biber böreği, kabaklı saroz böreği ve Gelibolu böreği sayılabilir.
Yazı ve fotoğraflar: Nalan ELGUŞ

13 Şubat 2019 Çarşamba

Saklı Cennet İbradı, Ormana

Bu gezimizde, yerli gezginler tarafından pek bilinmeyen, ama yabancıların oldukça iyi tanıdığı bir yöreyi; saklı bir cennet olan İbradı ve çevresini  gezmeye çalışacağız.

Nasıl Gidilir?
Bu farklı yöreye ulaşmak için Ankara’dan Polatlı’ya doğru gittikten sonra güneye doğru saparsanız önce Yunak’ı geçersiniz, ardından da Akşehir’e ulaşırsınız. Akşehir, eğer vaktiniz varsa birkaç saat harcayabileceğiniz bir yer. Nasrettin Hoca türbesi, Gülmece Parkı, Nasrettin Hoca Etnografya ve Arkeoloji Müzesi, Garp Cephesi Karargahı Müzesi, XIX. yüzyılın sonlarından kalma kilise, Evliya Çelebi’nin “grafiti”sinin bulunduğu İmaret Cami, Seyyid Mahmut Hayrani Türbesi ve Ferruh Şah mescidi, nefis çinili mihrabıyla Ulu Cami ile tarihi arasta görülmesi gereken yerler arasında bulunmakta. 


Akşehir’i gezdikten sonra Beyşehir’e doğru giderken yol üzerinde bulunan muhteşem Hitit eseri Eflatunpınar’ı da görebilirsiniz.
Bir sonraki durak ise Beyşehir. Burada şüphesiz ki Türkiye’nin en güzel ahşap camilerinden biri olan Eşrefoğlu Cami ile 1900’lerin başında Almanların hazırladığı proje ile inşa edilen regülatör ya da halkın tanımlamasıyla eski köprüyü gezmemek olmaz. Akşehir, Eflatunpınar ve Beyşehir’in her biri ayrı bir yazı konusu sonra ver elini İbradı.
İbradı
İbradı, Antalya’ya bağlı küçük bir ilçe. Merkezin nüfusu 3.000 civarında. Burası bir yayla. Zaten adının da “soğukluk/soğutma” anlamına gelen “ibrâd” sözcüğünden geldiği ileri sürülmekte. Çevrede tarım yapacak arazi az olduğu için okur-yazarlık oranı çok yüksek. Yöreden çok sayıda tanınmış kişinin çıkmış olmasından dolayı olsa gerek, bir ara adı “Aydınkent” olarak değiştirilmiş, ama sonradan yeniden eskiye dönülmüş.

İlçede birkaç konak ile mezarlık korunması gereken  kültür varlığı olarak ilan edilmiş. Ama, kanımca görülmesi gereken en önemli yer, bir anıt ağaçın bulunduğu mekan. İlçenin biraz dışında, ama çok uzakta değil, kimine göre 500, kimine göre de 900 yıllık bir kestane ağacı bulunmakta. Muhtemelen Türkiye’nin en yaşlı kestane ağacı. Sadece bununla kalsa iyi; ağacın hüzünlü bir öyküsü de var. Anlatmaya/aktarmaya çalışalım: Belgelerle sabit, 1861’de Mustafa Efendi’nin konağında bir yangın çıkmış. Yapılan araştırmalar sonucu yangını siyahi cariye Zeynep’in çıkardığı anlaşılmış ve de hüküm verilmiş: İdam. Tabii, karar verine getirilmiş ve Zeynep Hanım kestane ağacına asılmış. Ağaç, o günden beri halk arasında “Arapastık” ağacı olarak adlandırılmakta!








Ormana
Artık İbradı’dan ayrılıp biraz daha güneye doğru yola koyulabilirsiniz. Birkaç kilometre sonra karşınıza küçük bir belde çıkacaktır. Burası özellikle evleri ile tanınan Ormana. Beldenin adı 20-25 yıl önce Ardıçpınar’mış. Sonra yakınlarda bulunan Erimna Antik Kentinden esinlenilerek Ormana’ya çevrilmiş.

Ormana’daki evler mimari literatüründe “düğmeli evler” olarak adlandırılıyor. Evlerin en büyük özelliği harç kullanılmaksızın inşa edilmeleri. Evler, aralarına, yörede “katran ağacı” olarak adlandırılan sedir çamından “hatıl”lar konmuş taş duvarlara sahip. Bu duvarların eni 70-90 santimetre arasında değişmekte. 50-60 santimetre aralıkla konan hatıllar, bunları tam olarak dik kesecek vaziyette “piştivan” denilen “mertek”lerle kilitlenmekte. Evin dışından çıkıntı olarak görünen bu kilitleyicilere “düğme” de deniliyor. Duvarların iç ve dış yüzeyi iri kesme taşlarla örülürken araları moloz taş ile doldurulmakta. Katlar ise “düver” ya da “düğer” denilen çok kalın ağaçlarla ayrılmakta. Yapının içi ve isteğe bağlı olarak dışı “sakar” denilen samanla karışım bir tür kireçli sıva ile kaplanmakta. 




Genellikle iki kat olan binaların alt katı ahır ve depo olarak kullanılıyormuş, üst kat ise yaşam alanını oluşturmakta. 


Evlerin içinde çeşitli ahşap işlerini görmek mümkün. Evlerin cumbalarına “şahnişin”, kilerlerine “ayazlık”, yüklüğün üstünde ahşap işleme bir parmaklıkla ayrılan bölüme “musandıra” denilmekte. Pencerelerdeki şebekeler de tamamıyla ahşaptan imal edilmekte. Isıtma için odalara yöreye özgü bir tür topraktan yapılan şömineler yapılmakta. Ahşap dolaplar, raflar, yüklükler, çeşitli nişler evlerin vazgeçilmez unsurları arasında yer almakta.
Evlerin dış kapıları da sahibinin mali durumuna göre farklılıklar göstermekte. Aralarında son derece zengin oymalara sahip bazı kapıları görmek mümkün.

Hemen belirtelim, Ormana’da gayet güzel bir lokanta bulunmakta. Fiyatlar da son derece uygun. Buradan isterseniz defne sabunu, özel imalat zeytinyağı, bazı aromatik bitkiler ile nar şarabı alabilirsiniz. Beldede bulunan küçük bir konuk evi ise, eğer çok müşkülpesent değilseniz, konaklama için oldukça uygun. 
Son bir not olarak belirtelim: 1975’te Ormana evlerini keşfeden İstanbul Devlet Mühendislik Mimarlık Akademisi Sanat Tarihi ve Restorasyon Kürsüsü öğretim görevlisi Yüksek Mimar Arkeolog Prof. Lemi Şevket Merey olmuş. Onun gayretleri ile yöre mimarların ve turizmcilerin dikkatini çekmiş.
Ürünlü
Hemen yakınlardaki bir diğer yerleşim yeri antik dönemlerdeki adı “Unulla” olan Ürünlü köyü. Bu köyde de aynı yöntemlerle yapılmış birkaç ev görmek mümkün. Bu arada belirtelim, Ormana ile Ürünlü arasında Erimna Antik Kentinin kalıntıları bulunmakta. Ama, bu kalıntıları görmek için araziye dalmanız gerekmekte!
Altınbeşik Mağarası
Ürünlü köyü yakınlarında Türkiye’nin en önemli mağaralarından biri yer almakta. 1966’da Oymapınar barajı yapılırken gerçekleştirilen araştırmalarda keşfedilen Altınbeşik mağarasının bulunduğu alan 1994’te milli park olarak ilan edilmiş. Düdensuyu Mağarası olarak da bilinmekte. Altınbeşik, Türkiye’de mağara biliminin en önemli ismi olan Timuçin Aygen tarafından keşfedilmiş.


Altınbeşik, üç kattan oluşmakta. Günümüzde sadece giriş bölümü kayıkla gezilebilmekte. Diğer katlara ulaşmak için ise mağaracılık ve dağcılık açısından uzman olmak ve gerekli ekipmana sahip bulunmak gerekli. Beyşehir gölü ile bağlantısı olduğu saptanan Altınbeşik mağarası gerçekten Türkiye’nin görülmesi gereken yerlerinden biri.

Tınaztepe Mağarası
Artık dönüşe başlayabilirsiniz. Eğer Seydişehir-Konya yolunu seçerseniz, hemen yol kenarında bulunan Tınaztepe mağaralarını da gezebilirsiniz. Mağara, 1968’de Fransız bilim adamı Michel Bakalowichz tarafından bulunmuş. Mağara içindeki havanın astım hastalarına iyi geldiği ileri sürülmekte.


Gezmesi oldukça kolay olan Tınaztepe mağarası 1.580 metre uzunluğa sahip. Bu değerle Türkiye’nin en uzun mağarası ünvanına sahip. Eğer, Mayıs ayından itibaren giderseniz, mağarada dinlendirilmiş tulum peyniri alabilirsiniz. Mağara çevresinde özel sektör tarafından işletilen gayet güzel bir tesis bulunmakta. Burada yeme-içme başta olmak üzere çeşitli ihtiyaçları gidermek mümkün. 

Bir başka rotada birlikte olmak dileğiyle.

Yazı ve fotoğraflar: M. Bülent Varlık