28 Şubat 2014 Cuma

SU PERİLERİ'NİN KAYIP ŞEHRİ: SAGALASSOS


Siz de bastığınız toprağın, sadece bu zamana ait olmadığının bilincinde olanlardan mısınız? Adım atarken toprağı incitmekten korkan, tarihe zarar vermekten çekinenlerden… Anadolu’nun neresine gidersem gideyim, bu duyguyla gezerim ben. Uslanmaz bir hayalperest olduğumdan, sona eren hayatlara ait duygulu ruhların, yaşadığı yerden uzaklaşamadığını, toprağa-taşa bir gün bulunmak umuduyla bıraktıkları izlerin, karşıma hiç umulmadık bir anda çıkabileceğini düşünürüm. Murathan Mungan'ın da dediği gibi bilirim ki "zamanla kabaran toprak yalnızca ölüleri, kemikleri değil hakikatleri de geri verir. Zaman’ın rüzgarı estikçe toprağın altına gömülen ne varsa yavaş yavaş çıkmaya başlar ortaya."
Belki de benim gibilerin düşlerini gerçeğe dönüştürdükleri için, her zaman saygı duyarım arkeologlara. Hayal bile edilemeyecek geçmiş yaşamların izlerini sürüp, tozlu parçaları sabırla bir yapboz gibi birleştirip, toprağın altında uykuya çekilen o hayatları tekrar uyandırdıkları için, imrenirim onlara.

İşte yine böyle bir merakın peşine takılıp, benim gibi geçmişi didiklemekten hoşlanan dostlarımı da yoldaş edinip gittim Sagalassos’a. Bölgede yapılan kazılardan, yıllar önce göller yöresine yaptığım bir gezide haberdar olmuştum. İsmini ilk kez duyduğum bu antik şehre, o kadar yakın olup da, gezememek üzmüştü beni. Ama geçen zaman, tarihin ayağa kalkmasına ve yıllardır toprağın altında derin bir uykuda yatan eserlerin büyük bir kısmının, güneşle tekrar buluşmasına yardım etmiş. Bazı buluşmalara geç gitmek iyi olabiliyor yani…


Sagalassos, Burdur iline bağlı Ağlasun ilçesi sınırları içinde. Ankara’dan yapılacak 4,5 saatlik bir yolculukla Burdur’a ulaşmak mümkün. Eğer araba ile gidilmediyse, Burdur’dan Ağlasun’a kalkan dolmuşlar var. (http://www.aglasunkoop.com/zaman.html) Bu dolmuşlar, talep olması halinde Sagalassos’a da yolcu bırakıyorlar. Yörenin sıcakkanlı, hoş sohbet insanları ile daha çok vakit geçirmek istenirse, bence en güzel ulaşım şekli bu. Ama özel arabayla yolculuktan hoşlananlar için belirtmeliyim ki, antik şehre uzanan araba yolu da şaşırtıcı bir konfora sahip. Çünkü, 2010 yılı ağustos ayında ayağa kaldırılan Antoninler Çeşmesi’nin açılışı için bölgeye gelen yüksek protokolün (o dönemki Kültür ve Turizm Bakanımız, Burdur Valimiz, Belçika'nın Ankara Büyükelçisi, Sagalassos Antik Kenti Kazı Başkanı olan Belçikalı Arkeolog, Leuven Üniversitesi Onursal Rektörü, Belçika'dan gelen sponsor aileler, üniversite yetkilileri ve tarih severler) ulaşımını sorunsuz sağlamak amacıyla, yol asfaltlanmış.

Gezinin ana konusu Sagalassos olsa da, kazılarda çıkarılan eserlerin asılları Burdur Müzesi’nde sergilendiği için, bizim yolculuğumuzun ilk durağı Burdur il merkezi oluyor. Burdur Müzesi, yıllar itibariyle bölgenin zengin kültürel ve tarihi varlıklarına en iyi şekilde ev sahipliği yapabilmek adına oldukça genişletilmiş bir tarihi bina aslında.
  

Müze girişine yerleştirilmiş “Dans Eden Kızlar” frizi, Sagalassos kazılarından çıkmış eserlerden biri. Zaten müzenin önemli bir bölümü, Sagalassos’ta replikalarını göreceğimiz heykellerin ve frizlerin asılları ile dolu. Müzeyi gezerken, düşlerimdeki antik kentin ihtişamı daha da artıyor. Markus Aurelius heykelinin 1 metre boyundaki başını, 80 cm boyundaki ayağını görünce bu heykellerin bir bütün olarak sergilendiği alandaki yapıların ne kadar büyük olabileceğini düşünüyorum ister istemez.

Müzede sergilenen heykellerin önemli bir bölümünün antik şehirdeki çeşitli havuzlara ait parçalar olduğu belirtiliyor. O zamanların Sagalassos’u, bu dev Yunan Tanrılarının heykelleri ile doluymuş demek ki. Aşağı Agora’daki çeşmelerde zafer tanrısı Nike’ı, aşk tanrıçası Aphrodite’i, deniz tanrısı Poseidon’u, Yukarı Agoraki çeşmelerde ise ilahi adalet tanrıçası Nemesis’i, sağlık tanrısı Asklepion’u ve şarap ve eğlence tanrısı Dionysos ile Satyr’i görmek, bu tanrıların olduğu çeşmelerden su içerek ömür geçirmek ne güzel...


Müzede sadece Sagalassos kazılarından çıkan eserler yok elbette. Anadolu’da gün ışığına çıkarılmış en büyük Meclis Binalarından birine ev sahipliği yapan ve duvarlarında gladyatör dövüşlerinin resmedildiği frizlerin olduğu mezarlar bulunan Kibyra kazılarının ve insanlığın göçebe hayattan yerleşik hayata geçtiğinin en önemli bulgusu sayılan çanak çömlek yapımının öğrenildiği döneme ait bulguların ele geçtiği Hacılar Höyüğü kazılarının da eserleri, müzede oldukça güzel bir şekilde sergilenmekte. Ama bu geziye Kibyra (Gölhisar) ya da Hacılar’ı dahil etmemiz mümkün değil. Ağlasun ve Gölhisar arası gitmeye kalksak en az 2 saat daha yol yapmayı göze almamız gerekiyor.  Sadece 2 güne, tüm bu güzellikleri sıkıştırmak haksızlık olur. Onlar da başka bir geziye konu olsun, yeniden yollara düşmek için bir sebep olsun diyoruz.


Burdur içinde müze dışında görülecek başka yerler de var üstelik… 17 yy. Osmanlı sivil mimarisinin önemli eserlerinden sayılan şehir merkezindeki konaklardan bazıları restore edilerek, müze şeklinde ziyarete açılmış. Duvarlarındaki kalem işçiliği süslemeleri ile dikkat çeken Bakibey konağı bunlardan biri. Bir diğeri de birinci katı taş, ikinci katı kerpiç ve ahşap yapı malzemesi ile inşa edilmiş, özellikle Baş odanın bir duvarı ve altındaki iki yanı açık ahır kısmı kesme küfeki taşından yapılmış Taşoda konağı…

Bu konaklar dışında da geçmiş yüzyılların özelliklerini taşıyan ve Kültür Bakanlığı tarafından kamulaştırılarak restorasyonu yapılan birkaç tarihi ev var Burdur’da. Ama bu güzellikler, hiçbir estetik duygu vermeyen, genellikle daha geniş olması açısından bitişik nizam yapılarak bahçeleri yok edilmiş beton evler arasında kaybolmaya başlamış. Bu sokakları gezerken, yarın göreceğim Sagalassos geliyor aklıma yine. Yaşam izleri MÖ. 10.000’e kadar uzanan ve benim görmeyi beklediğim şehir kalıntıları da neredeyse, MS. 1. yy’la tarihlenen hayalimdeki şehirle karşılaştırıyorum gördüklerimi. Geçmiş uygarlıkların estetik mirası ile övünürken, bir gün geçmişe karışacak bugünlerini, birbirine tıpatıp benzeyen cam ve beton bina yığınları ile dolduran tüm şehirlerin ve bugünün Burdur'unun, yüzyıllar sonrasına geriye ne bırakmayı düşünerek yaşadığını anlamaya çalışıyorum. Hangi estetik duygu ile anılmayı bekliyor bu insanlık?


Umuda açılan küçük pencereler olsa da, genelde bahçesiz, çiçeksiz, betondan evlerin kapladığı, kaldırımsız sokaklardan çıkıp, doğayla buluşmaya karar veriyoruz. Şehrin neredeyse merkezinde sayılacak yakınlıktaki Burdur Gölü, gönlümüzü nispeten ferahlatıyor. Göl, her ne kadar bölgedeki tüm diğer göller gibi (Eğirdir, Kovada, Beyşehir) her yıl su seviyesinden biraz daha kaybetse de, yine de gerek yerel halkın, gerek bizler gibi dışarıdan gelenlerin nefes alabileceği en güzel doğal alanlardan biri. Türkiye’de ender görülen ve nesli tehlikede olan dikkuyruk kuşları da kışlarını burada geçirmeyi tercih ediyor hala…Göl kıyısındaki gözlemevinde çay içiyoruz. Güneş ışıkları, göl üzerinde kızıl lekeler bırakmaya başlıyor. 


Dünyanın her yerinde, suda kaybolan güneş bambaşka bir huzur verir insana. Su üzerinde bir süre devam eden renk oyunu, bakan her gözde farklı anılar canlandırır. Burdur gölü kıyısında yaşadığım günbatımında, benim hayallerimde su perileri var bu sefer… Sagalassos tepelerine mekan kurmuş tanrılar arasında yaşayan su perileri, acaba o tepelerden izledikleri gün batımlarında ne hayaller kurmuşlardı? Yüzlerce yıl boyunca toprağın altında kalan o hayatların bugüne kalan izleri, o hayallerin ne kadarını gün ışığına kavuşturmuştu?

Tüm bunları öğrenmek ve görmek için sabah olmasını bekliyoruz. Ertesi sabah kahvaltı sonrası, Sagalassos yolu üzerinde olduğu için görmeye kayıtsız kalamadığımız, İnsuyu mağarasını da gezdikten sonra bulacağız tüm bu soruların cevaplarını…


İnsuyu mağarası, 1966 yılında turizme açılmış olsa da, mağara içindeki sarkıt ve dikitlerin oluşumunun 10-15 bin yıl önceye ait olduğu tahmin ediliyor. Sagalassos’ta yaşam başladığı dönemlerde, bu mağara da yavaş yavaş oluşmaya başlamış yani…Bilinen uzunluğu 597 metre olmakla birlikte, gezilebilen mağara uzunluğu 525 metre. Oldukça rahat geziliyor üstelik. Koridorların yüksekliği, mağara içindeki hava sirkülasyonun güzelliği, insanı hiç bunaltmıyor. İçeride 9 adet göl var. Büyük göl diye bilinen, ama yıllar içinde azalan suyu nedeniyle küçülüp parçalanan, 512 m2’lik alanı ile Türkiye’nin bilinen en büyük yer altı gölü olan gölde, bir zamanlar sandalla gezilebildiğini öğrenince hayret ediyoruz yine de… Yerin altında, karanlığın içinde, su sesleri arasında, durduğun yerdeki ışığın da etkileyeceği bakış açına göre farklı bir benzetme yapılabilecek sarkıt ve dikitlerle daha fazla oyalanmadan, yerüstüne çıkıyoruz. 


Artık bizi buralara getiren, antik şehirle buluşma zamanı… Araba, Akdağ’ın eteklerindeki tepeler üzerinde kıvrıla kıvrıla giden yol üzerinde ilerledikçe, gözümüzün önünde uzanan ova büyülüyor bizi ilk olarak… Tanrılarını da yanına alarak bir yaşam kuran geçmiş zaman insanları, belki de yaşama böyle yüksekten bakınca daha güvende hissediyordu kendini diye düşünüyorum. Sagalassos, Pisidia’nın birinci kenti iken burada yaşayan insanlar, huzur ve başarı ile geçen günlerin ardından, önce vebaya sonra depreme yenik düşene kadar, o ovada yeniden hayata tutunacağını hissetmiş miydi acaba? Bu soruların yanıtları, benim hayal dünyamda gizli elbette. Ama gerçek, bırakılan izleri sabırla takip edenlerin derlediği bilgilerde tüm insanlığın elleri altında...

                                                                                                                      *Sagalassos'ta Yukarı Agora'nın maket görüntüsü

Şehir, yüzyıllar süren uykusundan 1700'lerin başında 14. Louis tarafından görevlendirilen bir Fransız diplomat tarafından uyandırılmış ilk olarak. Ancak o zaman bulunan harabelerin Sagalassos'a ait olduğunun anlaşılması, 1800'lerin sonlarına yaklaşıldığında mümkün olmuş. 20. yüzyıla girildiğinde artık "Sagalassos" bilinen bir antik kentmiş ama, o dönemlerde yapılan kazılarda deniz kıyılarındaki diğer büyük antik kentlerde yoğunlaşıldığı için, Sagalassos kazıları gölgede kalmış. 1980'lerde bölgedeki yüzey araştırmaları tekrar başlamış. Marc Waelkens başkanlığında yürütülen kazı çalışmaları ile gelinen bugünkü nokta, bizim gibi hayalperest gezginleri büyülemeye yetecek boyutta.


Kazı alanına girdikten sonra, yukarıdaki şehir planına göre antik kentin gezi rotasını belirlemek mümkün. Biz, girişin sağ tarafında kalan Kent Konağından yukarı doğru yönelmeyi seçiyoruz. Bu bölge, imparator Augustus döneminin şehri yeniden yapılandıran zenginlerinin yaşadığı ve Anadolu'da bilinen en büyük evin olduğu bölge. Kazı alanı içinde görülen avlular, odalar dikkate alındığında ve bu kalıntıların MS 1. yy'dan bugüne kaldığı düşünüldüğünde buraya Kent Konağı değil Kent Sarayı demek daha doğru olurmuş gibi geliyor bana aslında.  Konağın yanından biraz daha yukarı çıkıyoruz.



Tırmanırken, rüzgar ve güneş arasındaki mücadelenin kazananının da kim olacağı konusunda merak sarıyor içimi. Gözlerimi kamaştıran güneşe rağmen, uyuyan toprağın altındaki tarihe meydan okurcasına esen rüzgara karşı korunabilmek için, yanımda getirdiğim montu, şalı üst üste giyiyorum. Ama Geç Helenistik Çeşme'ye vardığımızda, güneşin rüzgarı yendiğini anlıyorum. Artık kulaklarımızda rüzgarın uğultusu değil, üç kenarı sütunlarla çevrili avludaki su haznesine, geçmişte olduğu gibi kaynağından gürül gürül akan suyun sesi var. Çeşmeden akan kaynak suyu buz gibi. Zamanında, kentin varlıklı ailelerinin bu çeşmeden yararlanmış olduğunu hayal ediyorum. Çeşmenin gölgesinde yapılan sohbetler, aşağıdaki ova manzarasına karşı dalınan hayaller... 500'lü yıllarda yaşanan depreme kadar ayakta kalmış olan bu çeşmenin taşlarında saklanmış çok sırlar vardır şüphesiz. Ama o sırları bulmak da tarihçilerin işi... Bizim payımız gezmek ve hayal kurmakla sınırlı... 


Helenistik Çeşme'nin üst tarafına yöneldiğimizde gördüğümüz yapı ise "Kütüphane". Bir zamanlar insanların zenginliklerini göstermek için yaptırdıkları eserler arasında bir kütüphane olduğunu görmek ne güzel. Neon ailesi tarafından ölen babaları için yaptırılan bu kütüphane, gerek yapılış amacı gerekse mimarisi açısından Efes'teki Celsus kütüphanesine benziyor. Kütüphanenin zeminindeki mozaiklerde, Truva Savaşı ile ilgili destandan esinlenilmiş bir sahne var.
Zira, tiyatrodan sonraki hedef noktamız Antoninler çeşmesi. Çeşmeyi görüp de büyülenmemek mümkün değil. Depremle yaşadığı zarar ve toprağın altında geçen yüzlerce yıla rağmen, bugün ayağa kaldırılmış bu eşsiz çeşme, bugüne kadar gördüğüm anıtsal çeşmelerin en güzeli bence... (13 yıl boyunca sürdürdükleri sabırlı ve başarılı bir çalışmayla bu çeşmeyi ayağa kaldıran, mimari restorasyon uzmanı Semih Ercan ve ekibine sonsuz gezgin teşekkürleriyle)  28 metre uzunluğu ve 9 metre yüksekliği getirin gözlerinizin önüne... Bir de su havuzlarına bu yapının ortasından 4,5 metre yükseklikteki şelaleden gürül gürül akan suyu... Çeşmeyi süsleyen Dionysos ve Satry, Nemesis, Apollo, Asklepion ve Koronis heykellerini... Zamanın tuzla buz ettiği tarih, yüzyıllar sonra 3500 parça halinde bir araya getirildiğinde  işte bu şaheser çıkıyor ortaya.


Benim için, buradan ayrılıp kentin diğer bölümlerini gezmeye devam etmek güç oluyor. Ama inanın ne "Dans Eden Kızlar Frizinin" yer aldığı Kuzeybatı Heroon'un, ne Seçilmişlerin Meclis Binasının dışındaki savaş temalı frizler ve tanrı büstlerinin, ne tanrı Zeus'a adanmış Dor Tapınağı'nın bugüne kalan kalıntılarının, ne pazar alanının, ne Odeon'un,  ne de Hadrian Çeşmesi'nin ve Roma Hamamı kalıntılarının insanı etkileme gücü, Antoninler Çeşmesi'nden az değil. Ama benim gibi romantik biriyseniz, su perilerinde kalır aklınız... Ve yine sözü Murathan Mungan alır. Der ki ;

"İnsandan daha uzun yaşar kemikleri. Dillerini ne kadar toprağa gömerseniz gömün, kelimelerin kemiklerini örtecek toprak yoktur. Gün gelir, yazılır, söylenirler."

Ben bu kadarını söylüyor ve yazıyorum... Daha fazlasını su perilerinden öğrenmek için yola çıkma sırası sizde... 
Gezi düşlerinizin hiç eksilmemesi dileğiyle...

YAZI VE FOTOĞRAFLAR SONAT ŞEN

24 Şubat 2014 Pazartesi

ANAVARZA



Adana’dan Ceyhan yönüne doğru 20-25 kilometre gittikten sonra sola doğru dönerseniz, bir süre sonra karşınıza bir küçük bir köy çıkmakta: Dilekkaya. Köy, 1932 yılında iskan edilmiş. İşte burası aynı zamanda Anavarza’nın giriş kapısı. Köy tümüyle sit alanının üstüne kurulmuş. Köyde inşaat yasak, yeni bir ev açamadıkları için gençler evlenemiyor! Ola ki bir evlenen çıkarsa “huğ” adı verilen, kamışların üstünün çamurla sıvanmasından oluşan, artık adına ne kadar ev denilir, bilemiyorum, basit sığınaklara yerleşmek zorunda kalıyorlar. Koruma nedeniyle köyde mahkemelik olmayan tek kişi yok neredeyse!



Tesadüfler
Anlatılanlara göre, bölgenin antik değeri de yeni bir ev açma gayreti sayesinde ortaya çıkmış. Nasıl mı? Anlatılanları aktarayım: Hatun Dilci, bundan 30-40 yıl önce evlenmiş. Kayınvalidesinin evine gelin gitmiş. Bir süre sonra gelin-kaynana arasında sorunlar çıkmış. Bunun üzerine eşi, sahip oldukları arazinin bir köşesine küçük bir ev yapmak istemiş. Temel atmak için toprağı kazmışlar, bu sırada üzerinde yunus balıkları resmi olan bir mozaik ile karşılaşmışlar. Hatun hanım sevinmiş, “aman” demiş, “ne güzel, artık halı almamıza gerek kalmadı”. Ama, karı-kocanın aklına bir kurt düşmüş, “başımıza bir iş gelir mi” demişler. Ve Adana Müzesi’ni durumdan haberdar etmişler. Müze uzmanları gelip mozaiki incelemiş, Hatun hanım ile eşine o zamanın parasıyla 500 lira ödül vermiş, “buranın sorumlusu sizsiniz, bunu iyi koruyun, evinizi de başka bir yere yapın” demiş. Bunun üzerine bahçenin başka bir köşesini eşmeye başlamışlar. Artık, şans mı denir, tesadüf mü denir, ya da kader mi, ne derseniz deyin, kazdıkları yeni yerden de tabanında deniz tanrıçası Thetis ve Eros’u simgeleyen büyük bir mozaikin bulunduğu bir havuz çıkmış. Yine, Adana Müzesi’ne haber verilmiş. Yetkililer yine gelmiş ve bu sefer, “sizin eliniz uğurlu, nereye el atsanız bir şeyler çıkıyor, bundan böyle buranın bekçisi sizsiniz” demişler. Eh, resmi devlet görevlisi olunca, Hatun hanım ve eşi, çevrede gördükleri açıktaki tarihi eserleri parça parça evlerinin bahçesine taşımış. Bahçede adeta küçük bir müze oluşturmuş. Hatun hanım, bir süre önce emekli olmuş, olmuş ama, yerini de oğluna bırakmayı ihmal etmemiş! Kendine özgü sıcak şivesi ile “okumam-yazmam yok, ama devlet memuriyetinden emekliyim” diye övünüyor. Bu arada, bekçi iken belinden hiç eksik etmediği tabancasını teslim etmenin üzüntüsünü de yaşıyor!






Ve bir riyavet; denir ki, Yaşar Kemal "İnce Memed"in bir kısmını iki gün kaldığı bu köyde, hatta 
Hatun hanımın evinde yazmış! Doğrusu, mekan, Yaşar Kemal’in eserlerinde sık sık bahsettiği, zaten çocukluğunun da geçtiği Hemite kalesi o kadar yakında ki, inanmamak mümkün değil!








Nasıl Gezilir?
Aslına bakarsanız, Anavarza iki bölümden oluşmakta. Bir; Dilekkaya köyünün bulunduğu ovalık alan, iki; zeminden 200 metre kadar yüksekte olan kale.

İlk kısımda, şimdilik görülecek fazla bir şey yok. Şimdilik diyorum, çünkü henüz hiçbir kazı yapılmamış. Büyük bir zafer kapısı, bu bölgenin en görkemli yapısı. Septimius Severus devrinde yapılmış olan kapı Çukurova’da üç girişi olan tek zafer takı.
Kayalara oyulmuş stadyumum izleri belli belirsiz. Stadyumun elli metre kadar yakınındaki kayalık, yapay bir yarıkla ayrılmış. Buraya nedendir bilinmez, Hazreti Ali yarığı deniyor. Rivayete göre, Hazreti Ali, Bizanslılar ile savaşırken, kılıcını çekip bu dağı yarmış ve ordusunun geçişini sağlamış! Ama, tarih, bu geçidin Roma veya erken Bizans döneminde, Anazarbus'tan Flaviopolis (Kadirli) ve Hierapolis-Kastabala'ya gidilmesi için açıldığını kaydetmekte!
Aynı bölgedeki anfitiyatro, oldukça bakımsız halde. Etrafında, özellikle çeşitli spor oyunlarında başarı gösterenlerin frizleri/kabartmaları bulunmakta. Aynı bölgede bir hamam kalıntısı da yer almakta.
Kale


Gezilecek diğer alan olan kaleye çıkmanın iki yolu var. Size kayalık araziden yavaş yavaş tırmanarak çıkmanızı öneririm. Tırmanış yaklaşık olarak bir saat kadar sürmekte. Ne var ki, bu yolda biraz dikkatli olmak gerekiyor, çünkü her an zehirli bir yılanla karşılaşma ihtimali var. Yol üzerinde kayalara oyulmuş kilise kalıntılarını görmek mümkün. Zirveden aşağıya ise ikibin yıllık merdivenleri kullanarak inebilirsiniz. Böylesi daha rahat oluyor. Tabii, kaleden, aşağıdaki alanı seyretmek de ayrı bir zevk. Yukarıdan, ovada kurulu kentin büyüklüğü çok rahat anlaşılmakta.

Romalılar zamanında yapılan kale, Bizanslılar, Ermeniler ve Araplar tarafından onarımdan geçirilmiş. Oldukça sağlam vaziyette olan 1.500 metre uzunluğundaki surlar üzerinde 20 burç bulunmakta. Bu haliyle yapı Anadolu’daki ender örneklerden birini oluşturmakta. Kale içinde küçük bir kilise, kuleler, ahırlar, odalar ve depolar bulunmakta. Çatısı hariç, diğer kısımları ayakta olan Ermeni prensi Toros’a ait kilise dikkate değer bir yapı. Üzerinde Ermenice bir kitabenin bulunduğu “şato” bütün haşmeti ile ayakta. Bu şatoya girmek mümkün ama, şatoya giriş için konulan merdivenlere çıkmak biraz cesaret gerektiriyor! Kalede ilgi çeken bir nokta, günümüzdeki “tuvalet” sisteminin ilk örneklerinden birine sahip olması.



Son Söz Yerine 
Bu arada yeri gelmişken yazayım. Dilekkaya köyünde öyle “lojistik” destek sağlayacak yerler yok. Ne lokanta, ne de bakkal bulunuyor. Tedbirli olmakta yarar var. Ama, belirtmeden geçmeyeyim, Kültür Bakanlığı’nın görevlisi size yardım etmek için elinden geleni yapıyor, bütün araziyi gezdirmenin ötesinde, sağolsun, kaleden yorgun-argın döndüğünüzde istediğiniz kadar çayı da demliyor!

Bir başka rotada birlikte olma dileğiyle...
 YAZI VE FOTOĞRAFLAR: M. Bülent VARLIK

12 Şubat 2014 Çarşamba

DUBROVNİK ''STARİ GRAD''

Bir Kasım günü Kurban Bayramında Dubrovnik’teydik. Hırvatistan henüz Avrupa Birliği’ne girmemişti, ama gireceği kesindi. Biz de vize çilesi çekmeden soluğu Dubrovnik’te aldık. Amaç gezmek fotoğraf çekmek olunca mevsim Sonbaharda düştük yollara ve hiç pişman olmadık.
Dubrovnik ya da eski adıyla Ragusa, Hırvatistan'ın Adriyatik Denizi sahilinde bulunan, Orta Çağdan kalma tarihi eserleri ile ünlü şehridir.  Hırvatistan 'ın 1991'de Yugoslavya'dan ayrılışı sırasında çıkan iç savaşta, Sırp saldırıları nedeniyle şehirdeki tarihi eserler önemli ölçüde zarar görmüş veUNESCO'nun başlattığı restorasyon çalışmaları ile de 2005 yılı itibariyle eski görünümünü büyük ölçüde kazanmıştır. 
Yeni şehir de Lapad bölgesinde deniz kıyısında güzel bir otel de konaklayıp araç girmeyen Eski Şehir de yürüdük, fotoğraflar çektik.
Eski Şehir yani Stari Grad uzun ve yüksek sur duvarları ile çevrili. Bu sur duvarlarının Avrupa’nın en güçlüsü olduğu ve hatta Çin Seddi’nden sonra uzun süredir ayakta kalabilen 2. Şehir duvarı olduğu söyleniyor. Girişlerde sur duvarları üzerinde şehri koruduğuna inanılan azizlerin kabartma heykelleri var. Azizleri bilmiyorum ama Dubrovniklilerin yıllardır Stari Grad’ı özenle korudukları kesin.
Pile kapısından girince iki yönlü merdivenlerle yeni bir kapıya çıkılıyor ve bu kapıdan sonra  karşınıza çıkan cadde limana kadar uzanıyor. Burası Stari Grad’ın Stradun veya Placa denilen ana caddesi.  Kapıdan girince caddenin başında solda şehir duvarlarına çıkan bir merdiven göze çarpıyor ve hemen onun yanında Saint Saviour kilisesi. Kilise kapalı olsa içeri girilemese de kapı üstündeki  özgün detaylar dikkat çekici.
Girişte sağdaki büyükçe bir çeşme var. Daha doğrusu çeşme kompleksi denilebilir. Etrafında bir sürü çeşmeler olan güzel bir eser. Adı Onofrio Çeşmesi. Halk Çeşmesi de deniliyor.
Taş döşeli ana cadde yağmur yağdığında ışıl ışıl görünüyor. Çok yüründüğü çok aşındığı belli. Caddenin iki yanında ark gibi meyilli küçük kanaletler, yağmur sularının akması için düşünülmüş. Ama öyle bir meyil vermişler ki belli belirsiz.
Ana cadde sağlı sollu birbirine benzeyen 3 katlı eski binalarla dolu. Bu binalarda balkon olmadığı dikkat çekiyor. Büyük bir depremde caddeden geçenlerin üzerine balkonlardan parçalar düşünce şehir yöneticileri düşünmüş taşınmış ve binaların ön cephelerine balkon yapılmasını yasaklamışlar. Böylece depremlerde balkonlardan düşecek parçalardan halkın zarar görmesi engellenmek istenmiş.
Binaların ilk katlarında dükkanlar yer almakta. Bu dükkanlar da aradığınız herşey var. Ama turistik yerlerde olduğu gibi daha çok hediyelik eşyalar tabi.
Binaların orta katları yaşam alanları,  en üst katları ise mutfaktan oluşmakta. Eski dönemlerde şehirde yangınlar genelde mutfaktaki ateşten çıktığından ve  ve üst katlara yayıldığından yine böyle ağır bir yangın zararından sonra şehir yöneticileri ve ileri gelenleri  mutfakların en üst kata yapılmasına karar vermişler. Böylece örneğin geceleri çıkabilecek yangınlarda evde yaşayanlara canlarını kurtarmaları için zaman kazandırmak istenmiş.



Yine eski zamanlar da zanaat ve zanaatçıları kontrol etmek için de her bir zanaat için ayrı sokaklar tahsis edilmiş. Avrupa’nın diğer yerlerinden sürülen küçük bir zanaat grubu için de ayrı bir sokak ayrılmış.
Ana caddeye sağdan paralel bir diğer sokak ta ilerlerken karşınıza denizcilerin kilisesi çıkıyor. Stari Grad’da bunun gibi daha pek çok kilise bulunmakta. Buradan soldan devam edip tekrar ana caddeye daha doğrusu caddenin bittiği meydana çıkıyorsunuz. Artık eski Dubrovnik’in yönetim merkezindesiniz. Meydan da Rektor’un Sarayı var Bugün Memorial Room olarak kullanılıyor yani savaşı unutturmamayı ve savaştaki kayıpları hatırlatmaya hizmet veriyor. Kayıpların fotoğraflarıyla dolu. Hüzünlü tabi. Hepsi o kadar genç ki…
Rektorun Sarayı’nın yanından deniz kıyısına çıkılıyor. Burada kırmızı fenerin dibin de banka oturup yorgunluk atılabilir ve manzaranın tadı çıkarılabilir ya da kısa bir yürüyüşle kayalıklara çıkılabilir ya da kayalıklara çıkmadan daha sağdan bir başka kapıdan şehre girip ok işaretlerini takip edilerek Akvaryuma çıkılabilir. Bu küçük ama güzel Akvaryumu gezdikten sonra aynı yoldan aynı deniz kapısından meydana dönün. Hemen bu kapının yanında yükselen Çan Kulesi’nde 4 ayrı çan var. Bu 4 ayrı çan şehirdekilere farklı alarmlar vermekte kullanılıyormuş. Biri yangını, biri şehre yapılan bir saldırıyı bir diğeri şehirdeki önemli sosyal olayları haber vermekte kullanılıyormuş.
Bu meydan da bir çeşme var. Ama bu Kraliyet Çeşmesi. Ayrıca Treasury Kilisesi ve hemen yanında bir başka kilise daha dikkat çekmektedir. Pek çok kaynakta Eski şehir de toplam 17 adet kilise olduğu da söylenmektedir. Kiliselerin yanında bu meydan da sağlı sollu nereye bakılırsa gotik Rönesans tarihi yapılarla doludur. 
Bu tarihi yapılardan biri Kültürel Tarih Müzesi olarak düzenlenmiştir. Müzeden kombine bilet alarak diğer müzeler de gezilebilir. Örneğin 3’lü kombine bilet alarak hem Kültürel Tarih Müzesi hem Denizcilik Müzesi hem de Etnografya Müzesi gezilebilir. Her üç müze de küçük ama çok başarılı bir şekilde düzenlenmiştir. Sergilenen eserler ve düzenlemelerde kullanılan materyallerle son derece özgündür. Dubrovniklilerin eskiden beri denizci oldukları düşünülürse özellikle Akvaryum’un üzerinde yer alan  Denizcilik Müzesi’nin kaçırılmaması gereken bir fırsat olduğu hemen anlaşılır. Dubrovnik 19. Yüzyılın başında dünyanın dört bir yanına giden gemileri olan bir şirkete sahipti . Denizci zengin aileler ve genç sahiplerinin ve başarılı kaptanlarının resimleri ile dolu müze. Özellikle birinin kadın olması dikkat çekici. Çeşit çeşit gemilerin maketleri de kesinlikle incelenmeye değer. 
Bu arada Çan Kulesi’ndeki çanları çalan ve Maro ile Baro adı verilen yeşil demir adamların hikayesi de Kültürel Tarih Müzesinden öğrenilebilir ve şehir duvarlarına çıkarak üzerinden Maro ile Baro’nun fotoğrafları çekilebilir. Ama şehir duvarlarına çıkmak için küçük bir ücret ödemek gerekli ki kesinlikle  buna değer. Duvarlar da yürümek ve güzel manzaranın tadını çıkarmak lazım. Şehir duvarlarından inip kaybolmaktan korkmadan ara sokaklara da dalmak lazım. Her yer de kediler, sanki şehrin hakimi onlarmış gibi.
Sokaklarda yürüyüp fotoğraflar çekerken istenirse yine ana cadde üzerindeki Françeskan kilisesi ve içindeki eski eczane de gezilebilir. Bilinen en eski eczane olduğu söyleniyor.
Daha sonra tekrar meydana dönüp meydanda ve ya meydana açılan ara sokaklardaki kafe restaurantlarda ünlü lezzet ustası ve gezgin Mehmet Yaşin’in deyimiyle deniz ürünleriyle damak çatlatılabilir. Piyano sesleri eşliğinde kahve içerek yorgunluk atılabilir. Mideniz ve ruhunuz gerçek anlamda bayram edebilir.
Dubrovnik Stari Gradı hem özgün dokusunu koruyabilmiş hem de modern hayata ayak uydurabilmiş yaşayan nadir yerlerden biridir. Uzun şehir duvarları, tarihi binaları, müzeleri, kiliseleri, dar sokakları ve benzerlerine Mardin’de rastlanabilecek evlerin altından geçen kısa tünel sokakları, hala yaşanılan eski taş evleri ile etkileyici bir taşkentir Stari Grad.Taşın sanatla dansı da güzeldir ve  pek çok sanat galerisine sahiptir Dubrovnik.  Şehir surlarının dışında ama hemen yakınındaki Modern Sanatlar Müzesi de kesinlikle gezilmeye değer bir müzedir.
Sadece gündüzü değil gecesi de etkileyicidir Eski Şehrin. Özellikle de 18 Kasım’da fener ve kandillerle donatılmıştı sokaklar. Eskinin Rektorun Sarayı şimdinin Memorial Room‘unun önünde ellerinde cam fanus içinde mumlar olan çocuklar sıralanmışlardı. O gün Bukovar katliamının yıldönümüymüş meğer. Diliyoruz ki bu güzel çocuklar aynı acıları yaşamazlar bir daha. Gezelim başka başka yerleri tanıyalım başka toplumları başka kültürleri… Başkalıkları görmek tahammül etmek için…Barış içinde yaşamak için…Bu dünya kimseye kalmaz…
YAZI VE FOTOĞRAFLAR: SULTAN SARI