3 Aralık 2015 Perşembe

KEŞFEDİLMEYİ BEKLEYEN MÜCEVHER: PORTO


Bir yanda “Avrupa Yakası”- Eski Kent/Riberia, UNESCO Dünya Miras Listesi'nde. Diğer yanda “Anadolu Yakası”-Gaia,  her biri birkaç yüzyıllık olan şarap fabrikaları ile biliniyor. Üzümün yetiştirildiği Alto Douro Bağları 2000 yıllık.  





Bölgede Quinta adı verilen çiftlikler kendi şarap markaları için yetiştirdiği üzümlerin yanı sıra bu fabrikalara da üzüm sağlıyorlar. Bağların bulunduğu bölgenin tamamı UNESCO Dünya Miras Listesi'nde. Burası, güzellikleri yok olan İstanbul’u yeniden hatırlatan bir şehir ya da diğer bir deyişle küçük İstanbul. Portekizliler gibi söyleyecek olursak Oporto veya bilen adıyla Porto. İstanbul’dan farkı, içinden deniz yerine nehir geçiyor olması ve de okyanusa kıyısı olması.









Tüm dünyaca ünlü, içildiğinde kendinizi “güzel” hissedeceğiniz, yüzyıllar önce İngiliz gemiciler tarafından tamamen tesadüf sonucu icat edilen ve şehrin adıyla isteyeceğiniz şarap burada üretiliyor : 
“Porto”, İngiliz gemiciler Portekiz’den yükledikleri ve henüz şaraba dönüşmemiş fermantasyon sürecinin ortasındaki yarı şekerli yarı alkollü “şaraba” brendi eklemişler. İngiltere’ye ulaştıklarında artık  geleneksel şarap yerine biraz tatlı ama aynı zamanda sert şahane bir şarap varmış ahşap fıçılarda. İşte Porto Şarabı'nın kısa hikayesi.
Nehrin üzerinde birkaç tane çelik köprü var ikişer katlı.
Bunlardan Dom Luis I köprüsü çok ünlü, bir ayağı Gustavo Eiffel Bulvarı üzerinde diğer ayağı Gaia’da. Çelik konstrüksüyon.  Eiffel’in izinden giden Theophile Seyrig tarafından yapılmış.





Nehrin kenarları kafe, restoran ve şarap fabrikaları ile dolu… 

İki yakayı bölen Douro Nehri kilometrelerce uzunluğunda, şehrin içinden geçip kuş uçuşu birkaç kilometre sonra Atlantik Okyanusu’na dökülüyor.
(Nehir boyunca vadinin içlerine kadar tarifeli trenlerle yolculuk yapmak mümkün, günde birkaç tren seferi var. Ara istasyonlarda da durup etrafı gezebilirsiniz. Yerel halkın gittiği restoranlar hem ucuz hem de en iyileri. Regua bu bölgenin en merkezi şehri. Şarabın da merkezi bence yemeğin de. İçtiğim sofra şarabı ve yemekler inanılmazdı. Fiyatlar burada daha da düştü üstelik dünyaları yediğim halde!.. )






















Şehrin Yeni Kapısı Afurada, Gaia tarafında ve karşıdan motorla geçiliyor bölgeye!...





Şehrin her iki yakası geniş ve modern metro ağıyla örülü. Metro’nun Povoa de Varzim hattı sizi okyanusun plajlarına götürüyor. Metro istasyonlarındaki bilet makinalarından tek seferlik bilet alınabileceği gibi, yeniden doldurulabilen “Andante Card'' almak en pratik olanı.











Porto’ya 45 dakika uzaklıkta bulunan şehirler Urbano Network’e dahil ve şehir içi iki bilet tutarında.  İki saat mesafede olan şehirler ise yaklaşık şehir içi 4/5 bilet tutarı kadar. Porto dışına çıkacaksanız (örneğin Guimaraes ve Coimbra ya da Braga)biletler Campanha İstasyonu'nda satılıyor. Porto’nun ortasında bulunan tarihi Sao Bento İstasyonu'ndan bir istasyon sonra Campanha İstasyonu.





Porto’ya bir saat mesafede UNESCO Dünya Mirası Listesi'nde iki kent daha var, Guimaraes ve Coimbra. İkisi de ayrı güzel ve ünlü. Guimaraes film seti gibi bir şehir, gezerken tarihi bir filmin başrolünde oynuyormuş hissine rahatlıkla kapılabilirsiniz. Coimbra, Pascal Mercier’in tüm dünyada iki milyondan fazla satan Lizbon’a Gece Treni romanında bolca adı geçen 725 yıllık üniversitesi ile çok ünlü. UNESCO Dünya Miras Listesi'nde bulunan üniversite artık aynı zamanda neredeyse bir darphane. Romanın da etkisiyle, büyüleyici kütüphanesi ve mimarisiyle göz kamaştıran üniversiteyi görebilmek için turistler, uzun kuyruklar oluşturuyorlar. Öğrenciler ise oyunun bir parçası olarak 700 yıllık  geleneklerini sergileyen gösteriler yapıyorlar turistlere!..






  










Şarapları, peynirleri, deniz ürünleri ve yerel yemekleriyle Fransızlarla yarışıyor. Fiyatlar ise hakikaten çok uygun gün ortasında şehri gezerken içebileceğiniz kocaman bir tas çorba ve ekmek sadece 1.5 €. 5 € ise çorbalı, balıklı ve yanında bira/kadeh şaraplı, kahveli mönü demek. Porto yeme içmenin mabedi. Otelde bir akşam yemeği olarak tabağınıza marketten aldığınız bir kutu sardalye/ahtapot konservesi,  şahane peynirlerinden birkaç dilim, bir parça lezzetli ve sıcacık ekmek yanına da bir şişe kırmızı, yemeğin sonunda da parlatmak için bir kadeh Porto. 5-6€’ya paha biçilemez bir lezzet.




Ben nehrin kenarında yemek istiyorum derseniz paşa gönlünüz bilir. Aşağı yukarı her mönüde mutlaka çorba bulunur. Bir ana yemek, yanında su ekmek, bir kadeh şarabı ve sonunda da kahvesi… 10-12 €’ya çıkarsınız.
























İnsanları ise şahane.  Güleryüzlü ve sıcak. 

Kazıklanma ve aldatılma duygusuna hiç kapılmaz, sadece bu nedenle bile, bu coğrafyanın insanına içten içe teşekkür edersiniz. Hele bir de bir Portolu’ya “Porto’yu sevdiğiniz”i söyleyin. Hiçbir şey olmasa bile bir sonra ki gidişinizde muhakkak sizi hatırlarlar!..
Birkaç kelime de Casa Musica için etmeden olmaz. Burası da müziğin mabedi. 7 katlı muhteşem binanın her katında başka etkinlik var. Büyük senfoni orkestralarından, caz konserlerine, flamenko’dan, fado’ya ne ararsanız hepsini bulabilirsiniz. Aylık çıkan programa bir göz atmanız yeterli. Biletler ikinci katta satılıyor. Fiyatları da son derece uygun. Koskoca senfoni orkestrası konseri sadece 10€. Buradan pay biçin. Gittiğim Fado konseri ise istisna olarak 35€ idi. Program, kokteyl ile başladı. Bir bar ile ikiye bölünmüş salonun giriş bölümünde bir saat süren kokteyl boyunca her çeşit şarap ve çeşitli deniz ürünlerinden oluşan atıştırmalıklar güzel geçecek gecenin habercisi gibiydiler ve sadece bu bölüm bile verilen paraya değerdi. Sonrasında, adıma ayrılmış ve sahnenin hemen yanındaki masama oturduğumda servis de başladı. Çorbalı, ana yemekli, şaraplı, tatlılı ve kahveli nefis bir yemeğin ardından konser başladığında zaten hayatın şahane olduğuna çoktan kanaat getirmiştim ki, üç ayrı Fado şarkıcısının Fadolarıyla, iyice emin oldum. Ne yapın edin, sakın Casa de Musica’ya uğramadan dönmeyin. Metro durağının dibinde ve metro da geç saatlere kadar çalışıyor. Üstelik metro durağı ile Casa de Musica arasında bulunan bir Cafe-restoranda Porto’nun en iyi kruvasan'ını da yapıyorlar.


























İspanya’nın gölgesinde kalan Portekiz, Lizbon’un da gölgesinde kalan Porto gerçek bir inci keşfedilmeyi bekleyen.  
Son sözüm de futbolla ilgilenenlere. Porto FC, bir kulüpten daha fazlası. Yıllar süren Salazar Diktatörlüğü'ne karşı verdiği mücadeleyle anılıyor. Müzeleri,  Estadio do Dragao’nun içinde. Futbolla ilginiz yoksa bile Portekiz tarihini öğrenebileceğiniz bir bölüm var müzede. Ayrıca restoranı da hiç fena gelmiyor müze gezisi sonrası acıktığınızda… Metro Hattı : Estadio do Dragao!!!


























Obrigado Porto…

Yazı ve Fotoğraflar: Murat Baturaygil

13 Kasım 2015 Cuma

ÜRDÜN NOTLARI PETRA, WADİ RUM, AKABE

Tempo Tur ile yaptığımız Ürdün gezileri başta Petra Antik Kenti ve Wadi Rum gibi dünyaca meşhur bölgeleri kapsaması sebebiyle çok ilgi görüyor.  Tarihsel olarak bizimle çok yakın bir ilişkisi olan Ürdün, turistik anlamda da son derece ilgi çekici bir ülke. Nüfusu 7.000.000 civarında olan Ürdün’ün nüfusunun yarısı Filistin asıllı Araplardan oluşuyor. Kalanı ise, Çerkes, Kırgız, Dürzi, Ermeni ve Bedevilerden oluşmakta.



1.Dünya Savaşı sonrası önce Osmanlı’dan ayrılan Ürdün 1946’ya kadar İngiliz mandası olarak yaşıyor. Kral Şerif  Hüseyin kurucu Kral kabul ediliyor ve annesinin de bir Türk asıllı kadın olduğu anlatılıyor. Hüseyin’ den sonra yerine oğlu Abdullah geçiyor ancak, İngilizlerden bağımsız hareket etmek isteyince 1951 yılında bir suikast ile öldürülüyor. İki sene boyunca ülkeyi idare edecek olan oğlu Tallal, akıl sağlığını yitirince yerine 1953’de Kral Hüseyin  geçiyor. 1999 yılına kadar ülkeyi idare eden kral Hüseyin kanserden ölünce yerine şu andaki Kral Abdullah geçiyor. Ülkenin modern mimarı olarak kabul ediliyor genç Kral Abdullah.
Ürdün öyle bir ülke ki topraklarının %82’si çöl. Dolayısıyla yeraltı suları çok önemli. Tarım yapılan toprak %4 civarında. Depremler neticesinde oluşmuş bir çok kanyon coğrafi yapıyı oluşturuyor. En yüksek yeri 1600 mt civarında olup Lut Gölü civarında ise rakım -400 metreye kadar düşüyor.


Bu zor coğrafyada Osmanlı döneminde ünlü Hicaz Demiryolu projesi kapsamında 1906 yılında Sultan Abdülhamit tren yolu inşa ettiriyor. Bugün bile kullanılan bu demiryolu yolcu taşımacılığından ziyade yük trenleri için kullanılıyor. 
Ülkenin ekonomisi tamamen diğer Arap ülkelerinden gelen dış yardımlarla sağlanıyor. Bunların başında da hiç kuşkusuz Suudi Arabistan geliyor.
Kızıldeniz’e kıyısı olan Ürdün’ün adı JOR-DAN kökünden geliyor ki hayat veren su vadisi anlamında olan bu deyim aynı isimdeki Ürdün Nehri’ni de tanımlıyor.
Kızıldeniz kıyısındaki en önemli yerleşim yeri Akabe. Engel anlamına gelen bu kelime şehrin sırtını yasladığı dağlardan adını alıyor. Önemli bir liman kenti olan Akabe 125.000 nüfusa sahip. Şehrin hemen karşısında İsrail’in Eliyat kenti var. Gece olunca Eliyat’ın ışıkları pırıl pırıl parlarken Akabe biraz mahzun kalıyor. Dediğimiz gibi, ülke son 15 yılda gelişebilmiş. Turizm yatırımları son hız devam ediyor. Özellikle Kızıldeniz kıyısında birçok tesis inşa edilmekte.  Akabe’de mercan resiflerini görmek için yapılan çok güzel tekne gezileri düzenleniyor. Altı cam olan tekneler ile hem mercan resiflerini görüyor hem de açıkta dalabiliyorsunuz.

Ürdün denince akla gelen ilk turistik yer hiç kuşkusuz Petra. Bir tam günü ayırmak gerekiyor buraya. Sabah erken saatlerde Petra kasabasının içinden geziye başlıyor ve 4 ila 5 saat arası yürüyerek gezilen bir vadiye giriyorsunuz. Ancak, geziye başlamadan burada yaşamış olan eski medeniyeti iyi anlamak gerekiyor. Bu nedenle gezinin başlangıç noktasında çok iyi tasarlanmış bir ufak müze bizlere Nebati medeniyetini tanıtıyor.

Peki kim bu Nebatiler?
Yaklaşık olarak 2400 sene önce Yemen’ den buraya doğru göç etmiş bir Arap topluluğu. Ama, en önemli yanı ticaret erbabı olmaları. Arabistan’ı kendilerine merkez yapan, en stratejik göç yollarını ele geçiren kervancılıkla uğraşan bir halk topluluğu Nebatiler. Ticaret rotalarını, pazarlanacak emtiayı çok iyi biliyorlar ve kervancılık, kervan koruyuculuğu, mihmandarlık, sevkiyat, lojistik, depolama, pazarlama, açık pazar konularındaki başarıları güney Ürdün’de Nebatileri söz sahibi bir duruma getiriyor. En önemli ihraç malları mür dedikleri yağ, Hint baharatları, Çin ipeği, Afrika fildişleri, hayvan derileridir. Haritaya baktığımızda Petra’nın; Çin ve Hindistan’ı Akdeniz’e bağlayan en stratejik yer olduğunu kolaylıkla görebiliyoruz. Sina Yarımadası, Şam, Negev Çölü ve Arap Yarımadasının büyük bölümünü kontrol ediyorlar Tabi ki bu zenginlik Roma İmparatorluğunun da iştahını kabartıyor ve MS 2. Yüzyılda burayı ele geçiriyorlar.4. yy’da Roma’nın zayıflaması ile birlikte buralar terk ediliyor. 14.yy dan itibaren; 1812’de İsveçli gezgin Burckhardt burayı yeniden keşfedene kadar tamamen unutuluyor... Daha sonra dünyaca tanınıyor, modern zamanların birçok filmi de burada çekiliyor. Son derece etkileyici ve mistik bir yer Petra. Giriş ücreti 90 USD. Biraz pahalı ancak karşılığını hakediyor. 

Ürdün’ün bizim tarihimizde çok önemli yeri var. 1516 Mercidabık savaşı ile Osmanlı’ya bağlanan bu topraklar 1918’de tamamen elimizden çıkıyor. Bunun da öncüsü Arabistan’lı Lawrence denilen İngiliz ajanıdır. Ajan demek yetmiyor, hem arkeolog, hem asker, hem stratejist hem de yazar.  Önce casus olarak geldiği bu topraklarda Bedevi ve Arap halkını Türklere karşı kışkırtıp bağımsızlık hareketinin öncüsü durumuna geçiyor. İyi Arapça biliyor ve Arap kültürünü çok iyi tanıyor Lawrence Hicaz Demiryolu’na sabotajlar düzenliyor, gerilla savaşının mucidi olarak kabul ediliyor. Mekke şerifi Hüseyin bin Ali’nin oğlu Faysal ile de arkadaşlık derecesinde ilişkisi olması sebebiyle giyimini bile Araplaştırıyor. Koyu bir Türk düşmanı olan Lawrence emelini gerçekleştiriyor ve bu toprakların Osmanlı’dan kopmasını sağlıyor. 46 yaşındayken geçirdiği bir motorsiklet kazasında ölüyor ve İngiltere’deki St. Paul kilisesine defnediliyor.
Wadi Rum dediğimiz bölgede çöl safarisini yapmak üzere gittiğimiz bölgede bir Osmanlı tren istasyonunda Arabistanlı Lawrence filminin çekiminde kullanılmış treni görüyoruz. Ecdadımızın yaptırmış olduğu tren yolunda bir tren vagonunda halen al bayrağımız dalgalanıyor.

Wadi Rum muhteşem bir çöl. Kayaların üstünde tarih öncesi dönemlere ait yazılar, resimler görülüyor. 4X4 araçlarla çölde gezerken fotoğraf molaları veriyoruz, çöl kumunun üstünde çıplak ayak yürüyoruz ve güneşin batışını seyrediyoruz. Bu esnada olağanüstü güzellikte fotoğraf çekme imkanı yakalıyoruz. Geceyi bedevilerin işlettiği bir çadırda geçirirken yöreye has yiyeceklerden tadıyor, Arap yalellisi dinliyoruz. Aynı ve yeknesak ritimde akıp giden müzikle dans eden Arap Bedevileri’nin bu dansı görülmeye değer.
Ülke nüfusunun sadece %3’ü Hristiyan olan Ürdün her ne kadar İslam ülkesi olsa da şeriat hükümleri tam olarak uygulanmıyor. Bizleri en çok şaşırtan şey ise Akabe’nin nerdeyse her köşesinde satılan ve ülkemize kıyasla, son derece ucuz olan alkollü içki çeşitleri. Bu da 1999’da işbaşına geçen Kral Abdullah’la birlikte elde edilen bir kazanım olarak görülüyor. Bundan dolayı Kral Ürdün halkı tarafından çok seviliyor. Her yerde kendisi ve oğlunun fotoğraflarını görebilirsiniz.
Ürdün, gerçekten gezilmeye ve görülmeye değer bir ülke. Gezi dönüşü çektiğimiz fotoğraflara bakarken bunu daha iyi anlıyoruz.

YAZI : Nezih YILMAZ