29 Mayıs 2012 Salı

KÜBA' nın Sesleri, Sazları, Sözleri

                                                            
I- Küba müziğinin kökleri[1]
Devrimle ve aşkla beslenen, devrimi ve aşkı besleyen müziğin ülkesindeydim. Küçük dev, küçük tehlikeli, küçük asi ülkede…
Duvarlar, kaldırımlar, merdivenler, yemekler, müzikler, kadınlar, erkekler, çocuklar ebruli, doğal, sevecen ve neşeli… Küba üstüne konuşmaları, yazmaları uzatabiliyorum. Bu yüzden yalnızca kulağıma doldurup getirdiğim seslerden bahsetmeyi seçtim. Yoksa Küba’nın 1959’daki devrimden sonra tıpta, eğitimde, müzikte, plastik sanatlarda, sporda, kadın erkek eşitliğinin sağlanmasında ve afet yönetimindeki başarıları, toplumsal örgütlenme ve diğer ülke halklarıyla dayanışması üstüne de söylenecek çok söz var.

Ev sahibimiz dünya müziğine çok sayıda ve farklı farklı müzik yapıları kazandırmasıyla, Latin dansları olarak bilinen bütün dansları içinden çıkarmış, dışarıdan gelen müzik ve dans türlerini de Kübalılaştırmasıyla, dünyaca bilinen birçok müzik insanını ve grubunu dünyaya armağan etmesiyle gurur duyuyor.

En önemli kültür ve toplumsal hafıza aktarımı, kendini ifade etme, hayatla baş etme ve başkalarıyla iletişim kurma aracı gülümsemeleri, müzikleri ve dansları dersek yalan olmaz. Ayrıca Küba'da herkes müzisyen, herkes dansçı. Yedi gün ve nerdeyse yirmidört saat her yerde müzikle buluşuyorsunuz yeter ki, size seslenen ezgilere kulak verin. On günlük gezide sadece Kültür Bakanlığı kafeteryasındaki radyodan bant kaydı müzik çalındı kulağıma. 


Kolomb tarafından keşfi sonrasında Ada'ya akın eden ve çoğunluğu İspanyol köylüler olan Avrupalıların şarkıları ile kahve, şeker kamışı ve tütün tarlalarında çalıştırılmak üzere Orta ve Batı Afrika'dan getirilen kölelerin dinsel ritüelleri için vurmalı çalgılar ile yaptıkları ritim ve dans temelli müziklerin birleşmesi Küba müziğinin temeli sayılan el son'ları doğurmuş.

El sonlar Küba'nın elit sınıflarınca hor görüldüğünden, Fransız salon müzikleri ile karıştırılıp danzon türü ortaya çıkarılmış. Danzonlar bana Arjantin tangolarını hatırlatıyor.

Danzonları sıkıcı ve hatta biraz kibirli bulan sonraki nesil müzisyenler onları salondan çıkarıp sokağa indirince salsa dünyaya gelmiş. Salsa hareketlenip özgürleştikçe mambo, çaça gibi birçok popüler dans çeşidine ve ritim yapılarına dönüşmüş. Kuzey Amerika'dan gelen caz standartları da aynı kalmamış, Küba'da bulduğu ritimlerle Kübalılaşmış.   

1920 ve 1930'lar kabare geleneğini, büyük caz bandlarını ortaya çıkarmış. 1950'ler kabare geleneğinin ve revü benzeri mambo, çaça, salsa danslarının gece kulüplerini kasıp kavurduğu zamanlar.

Seksenlerin ortalarından günümüze dek hiphop alt kültürünün müzik uzantısı rap müziği de Küba'da özellikle gençler tarafından çok seviliyor. Küba rapi de ayrı bir ekol haline dönüşmüş. Rock, rap ve geleneksel Küba müziği harmanı ise timba çeşidinin bileşenleri. Canlı dinleme fırsatı yakalayamadığım tek müzik türü Küba rapi oldu.   

Küba müziğinin sazları da tıpkı Kübalılar gibi biraz Afrikalı ve Karaipli, biraz Güney Amerikalı, biraz Avrupalı ve Kuzey Amerikalı.

Küba'da yürümeyi öğrenmeden ritim tutup dans eden küçük çocuklar, bastonsuz yürüyemeyen ama çok büyük bir keyifle sizinle rumba yapan ihtiyar delikanlılar, ölene dek müzik yapan müzisyenler var. Evlerde anne-babaları birinci sesle, çocuklar ikinci sesle şarkı söylüyorlar. Çocuklar büyüyünce birinci ses oluyorlar. Bizde nerdeyse unutulan meşk geleneğine benziyor bu gelenek.

Bizim aşık/halk ozanı atışmalarına benzer şekilde müzisyenin dinleyicisiyle ve diğer müzisyenlerle karşılıklı ve doğaçlama müzik yapması geleneği var burada da. Tam o anda sevgilisine, köyüne, Küba'sına ve Kübalılar'a bir şarkı yapabiliyor müzisyenler.  


II- Her yerde, her zaman, herkesle müzik
Bu köklü ve melez müzik geleneği ile ilk temasım geç akşam ya da erken gece diyebileceğimiz saatte otelimize girerken oldu. Tam o anda çalmaya başlayan müzisyenler, karşılandığımızı düşündürdü bana. Önemli müzik mekanlarına pek yakın olan otelimizde, her akşam farklı bir grubu hüzünlü de olsa iyimser ve umutlu, sitemliyse de huzurlu Küba şarkılarını çalarken bulduk.

Bir akşam ünlü Paseo Caddesi ile Havana'daki kordon boyu Malecon'un kesiştiği yerdeki Jazz Cafe'ye gittik. Yarımay şeklindeki büyük salonun pencere tarafına yerleştirilmiş bakırdan müzisyen heykelleri, tavandan sarkan saksofonlar ve trompetler, sahne arkasındaki duvar resmi ve tabii ki doğaçlamanın hakim olduğu vokalsiz caz icrası bizim için fazlasıyla özgün ve iyiydi. On CUC (yaklaşık 10 EURO) giriş ödeyip, Küba'nın hepsi birbirinden çekici romlu kokteyllerinden iki tane içebiliyorduk.

Küba'nın dünya müziğine armağanları efsane Chucho Valdes[2] ile dahi caz piyanisti Roberto Fonseca burada sahne almışlardı.  Ne yazık ki müzik düşündüğümüzden çok geç başladığı için uykuya ve günün yorgunluğuna esir düşüp, erken ayrıldık.

Sokaklarda yürürken sokak orkestraları ile birlikte şarkılar söyledik,  albümlerini aldık, dans ettik müzisyenlerle. Bir kez de Havana Libre Oteli'nin Turquino/25. Kat gece kulübünde büyük bir orkestra eşliğinde müzik grubunun Latin pop programını ve genç kızların dans gösterisini izledik. Gösteriye izleyicileri de katıyorlar ve bize de salsa yaptırıyorlardı.


Bir öğlen doğa koruma alanı Teraslar'a indiğimizde bir müzik grubu tarafından 'gerçekten' karşılandık. Kadınlı erkekli beş kişilik grup çalıyorlar, söylüyorlar ve dans ediyorlardı. Annemin de benim de lise yıllarımızda çok sevdiğimiz Besame Mucho'ya, Dos Gardenias'a ve Quizas, Quizas, Quizas'a eşlik ettik.

Yemek sonrasında çevrede dolaşırken gitar, tiple ve bandola (bir çeşit Latin Amerika gitarı) melezi bir müzik aleti, tres çalan çok yaşlı bir treseroya rastladık. Meksika, Peru, Küba türküleri söyledi bize. 


Küba'nın en eski ve dünyaca tanınmış müzik ve gösteri grubu Buena Vista Social Club'ı izlemek için gittiğimiz Nacional Otel'in tüm salonlarında ve bahçesinin tüm köşelerinde aynı anda farklı gruplar müzik ya da kabare yapıyorlardı.  

Aslında otelin bu hali Küba ve müzik ilişkisinin küçük ölçekli bir örnek tasarımıydı. Çünkü her yerde belki de en çok kendileri için çalan, birbirleriyle konuşmak yerine çalarak anlaşan müzisyenler ve yoldan geçerken kucağındaki çocuğunu indirip onlara katılıp şarkı söylemeye başlayan Kübalılar görmüştük. Müzikle ilişkileri Romanların müzikle ilişkisini çağrıştırdı bana.


Buena Vista Social Club'ı yerinde izleyeceğimiz için müzisyenlerden daha fazla heyecanlıydık. Sunucu açılış konuşmasını yaptı ve dansçıları izleyiciye takdim etti. Mambo, salsa, çaça danslarının karışımı gösteriden sonra, yetmişi çoktan devirmiş erkek şarkıcılar seyircilerin arasında gezerek şarkılarına uyumlu bir şekilde dans ettiler. Her bir müzisyen enstrümanı ile kendi solosunu atıyor, sonra yine birleşip beraber çalıyorlardı.

Sırada az önce kuliste konuştuğum ve fotograf çektirdiğim Teté (Teresa Garcia Caturla- 75) vardı. Teté grubunun klasikleşmiş parçalarını söylerken chekereyi izleyicilere fırlatıyor, onlarla şakalaşıyor, müzisyenleriyle dans ediyordu. Teté, tüm müzisyenlerin kadın olduğu Aida Dörtlüsü'nün solistiymiş altmışlarda. Emekli olunca yeni mezun gençlerden bir orkestra kurup, turnelere çıkmayı sürdürmüş. Sahnede olduğuna göre emekli olmamış. Babası da yirmili-otuzlu yılların önemli bestecilerinden. Sunucu yeğeni, basçısı da kardeşi. Bu geceden kulağımda kalanlar sunucunun benimle dans ederken, verdiği uno, dos, tres… uno dos tres komutları. Bir de "siz Kübalılar gibi dans ediyorsunuz"  dedi ki… Benden mutlusu yoktu orada artık.

Başka bir gün programımızda Tilki ve Kuzgun anlamına gelen Zorra y el Cuervo isimli caz kulübüne gitmek var. Burası yetenekli genç caz müzisyenlerinin sahne aldığı Havana'nın en iyi caz kulüplerinden. Haftanın her günü başka bir grup sahne alıyor. Küba'da her türden, iyi müzik gruplarını haftanın her günü bir başka yerde dinleyebilirsiniz, tek yapacağınız girişteki haftalık programa bakmak ve/ya gruba o hafta nerelerde çalacaklarını sormak.


III- Güzeller güzeli Trinidad
Küba'nın tam ortasındaki UNESCO'nun korumaya aldığı dağ kasabası Trinidad'da deli bir yağmur altında, biraz da bile isteye kaybolmuş, dolanıyorum.  Nasılsa kururum. "Buraya gel, hadi hemen şimdi" diye beni çağıran sokağa taşmış bir ezginin peşine düşüp, süslü bir kemerin altından geçiyorum ve te biçimli, duvarları rengarenk boyanmış küçük bir müzik ve dans avlusundayım. Sonra öğreneceğim ki, burası Trinidad'ın en iyi Türkü Evi (Casa de la Trova).

Eski ozanlık geleneğinin kente gelen yeni müzikal ifadeler ve anlatım olanakları ile kaynaşarak dönüşmesi, 1940ların sonunda başlayıp, günümüze gelen devrimci müzik geleneğini ya da yeni türkü (nueva trova)  hareketini ortaya çıkarmış. Küba mavisi tişörtleri bir örnek olan trabadorları (ozan) dinlerken buraya akşama yine gelmeyi kafama koyuyorum.

Sonrasında "Gerçek Kongo Müziği Sarayı- Palenque de la Congo Reales" anlamına gelen yazının bulunduğu kapıya ve kulaklarıma takılan rock, hiphop ve afroküba bulamacı bir melodiye kapılıp, başka bir avluya giriyorum. Burada beni en çok şaşırtan Kübalıların hassas bir müzik kulağından, güçlü bir ritim duygusundan başka, keskin bir müzikal sezgilerinin olduğunu fark etmem… İlk saniyede müzikle ilgilenen kişiyi buluyorlar.

Restoranda öğle yemeğimizin yanında yine canlı müzik var.

Akşam Kongo Sarayı'nda üç arkadaş Haiti'de kölelik kaldırıldığında Küba'ya göç eden Kongolular'ın torunlarının yaptığı gösteriyi izliyoruz. Büyükçe tamtamlar, orta boy kongalar, küçükçe bongolar, benim bayıldığım sallamalılar, arkada çok sesli müzik yapan koro, ortada kahve tarlalarında kölelerin çektiği acıyı gösteren danslarını sergileyen Afrokübalılar. Bir ağızdan "iyi ki geldik" diyoruz.

Trinidad'ın en önemli ve geleneksel müzik olayı Katedral'in yanındaki amfi tiyatroya benzeyen merdivenlerin ve alttaki küçük düzlüğün her akşam müzik yapılan ve dans edilen bir müzik evine (Casa de La Musica) dönüşmesi. Şehir halkı ve tüm turistler orada. Yağmur yoksa müzik var. Neyse ki yağmur yerine yıldızlar vardı tepemizde.  

O akşamın tek sorunu şehir dışındaki otelimize gelip giderken bindiğimiz Küba mavisi, eski Amerikan arabası taksimizin müzik sisteminin olmaması. Bunu da şoför Jose ile birlikte şarkı- türkü söyleyerek çözdük.


Yolda Havana'da müziğin dışarıdan gelen kültürlerin etkisiyle eğlence, gösteri işlevleri öne çıkarak gelişmiş olduğunu, Trinidad'da ise müziğin daha özgün, geleneksel haliyle korunmuş ve hatta daha duygulu olduğunu düşündüm.

Sırada Karaip Denizi'nin andante dalgalarının ninnisi ile uyumak var.

Ertesi akşam sıra bizde. Trinidad'ın bir mahallesini ve mahalle halkının seçtiği devrim savunma komitesi üyelerini ziyaretimizde sokakta donattıkları masa etrafında birlikte salsa yapıyor, bizim türkülerimizden söyleyerek çoluk çocuk oynuyoruz.


IV- Eksik Kalan
Bir daha mı gitmeli Küba'ya, bu gezide gidemediğimiz müzik başkenti Santiago de Cuba şehri için, Callejon de Hamel'de Afrokübalıların her pazar günkü karnaval benzeri müzikli danslı hallerine katılmak için, şu dillere destan Küba Ulusal Balesi'ni Havana'dalarsa izleyebilmek için, müzik aletleri müzesinde dolaşmak için, Kordon'da okyanusun hırçın dalgalarına nispet edercesine düzenlenen klasik müzik ya da caz konserlerini, festivalleri izlemek için, zarif ve kendinden emin Kübalı küçük beylerle, seksenlik delikanlılarla dans etmek için…

Öyleyse, şimdilik öpüyorum seni Küba'cığım; Kübalılar gibi: tek yanaktan, çabuk çabuk, arka arkaya üç kez…

V- Tadımlık

http://www.youtube.com/watch?v=qUtohUhNNho                     (Aire d'Concierto con Clarnette)
http://www.youtube.com/watch?v=wOSFB4YFQuc                    (la Conga)
http://www.youtube.com/watch?v=mIwFsaq4vEA                      (Benny Moré)

YAZI VE FOTOĞRAFLAR: UMUT İLKAY KAVLAK


UMUT İLKAY KAVLAK KİMDİR ?

1976'da Ankara'da doğdu. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1996 yılı mezunu. Özel sektörde ve kamuda, avukat ve uzman yardımcısı/uzman olarak çalıştığı yıllarda Ankara Üniversitesi ve İngiltere/Exeter Üniversitesi'nde Avrupa Hukuku ve uluslararası ticaret hukuku konularında lisansüstü çalışma yaptı.
2003'ten beri Avrupa Birliği Delegasyonu'nda çalışıyor. Okur, yazar ve gezer olmayı seviyor. Bulunduğu yerleri beş duyuyla algılamayı ve tüm canlı varlığıyla anlamaya çalışıyor. Gittiği yerlerin müzik kültürünü keşfetmeyi seviyor.
Fotoğraf çekmeyi bir çeşit görsel günlük tutmak olarak düşünüyor.  Kapadokya, Mardin, İstanbul, Doğu Karadeniz, Kamboçya, İran, Özbekistan ve İspanya en sevdiği yerler.


[1] Bu bölümü hazırlarken yaptıkları hatırlatmalar ve sorularıma verdikleri yanıtlar için Müge Azizoğlu, Nahide Özkan, M. Onur Çuvalcı ve Ogün Morkoç'a teşekkürlerimle. Ayrıca bu yazı daha önce www.alternatifgosteri.com sitesinde yayınlanmıştır.
                                                                                                                     

24 Mayıs 2012 Perşembe

"Memleket İsterim"


Dicle!
Usul usul akan, Diyarbakır’a hayat veren Dicle Nehri…
Danyal Peygamberin asasıyla çizdiği güzergah içinde aktığına inanılan,  dünyada kutsal kabul edilen üç nehirden biri olan eski ismiyle Tigris…
Atalarım bu nehrin kıyısında doğdu, burada büyüdü, burada sevdalandı, kimi zaman hüznüne kimi zaman sevincine ortak etti onu. Dicle’nin kollarından zaman beni çekip alsa da, köklerim hep onun kıyısında… Diyarbakır’da…


İnsan köklerinin farkındalığına yaş-aldıkça varıyor. Kimi zaman bir dost sesi, kimi zaman sevdiğin, kimi zaman da yüreğinin sesi “hadi gidelim” diye fısıldayıveriyor…


"Hadi düşelim Diyarbakır yollarına" diyorum Brezilyalı arkadaşıma. "Birgün seni mutlaka  götüreceğim" dediğim çocukluğumun kentine gitme zamanıdır. Çantamızda kitaplarımız dilimizde bu topraklarda doğmuş  Cahit Sıtkı Tarancı’nın dizeleri…
“Memleket isterim/ Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun/ Kuşların çiçeklerin diyarı olsun…”
Neredeyse yirmi yıldır görmediğim, sokaklarını boş bıraktığım memleketim merhaba!


İnsan kökleriyle buluştuğunda hep çocukluk anılarına mı gider? Kişiliğinin en naif taraflarının izlerini hep çocukluğunda mı bulur? Galiba öyle! Kavurucu yaz sıcaklarında, yıldızlar altında damında uyuduğum evler, çıplak ayaklarla koştuğum sokaklar, dizlerimdeki yaralara baktığım kaldırımlar, bitip tükenmek bilmeyen anlar anılar…   


Tarifsiz bir mutluluk ve telaş içinde Diyarbakır’ı yeniden keşfetmeye hazırız. Bir kenti tanımanın, onu yaşamanın en iyi yolu yürümek. Biz de öyle yaptık. Çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği Diyarbakır çok değişmiş. Ben hayat yolunda büyürken ve değişirken yalnız değilmişim meğer! Diyarbakır’da çok büyümüş, güzelleşmiş, modern yüzüyle diğer kentlerle yarışır hale gelmiş. 


İlk olarak “Dağkapı Meydanı”ndan Gazi Caddesi boyunca pırıl pırıl, yağmurun ıslattığı, ferah kaldırımlarda yürüdük.


İlk molamızı da Vezirzade Hasan Paşa tarafından 1572-1575 yılları arasında yaptırılmış siyah beyaz taşları ve özgün mimarisiyle büyülendiğimiz “Hasan Paşa Hanı”nda, Menengiç Kahvesi içerek verdik. Aroması, kokusu ve damakta bıraktığı tat bizi fazlasıyla dinlendirdi. “Menengiç” veya “mengüç” kahvesi olarak adlandırılan bu içeçek Diyarbakır, Antep ve Urfa’da yaygın olarak her yerde servis ediliyor. Menengiç Kahvesi’nin hammaddesi yabani antepfıstığı. Mutlaka tadına bakılmalı derim.


Hasan Paşa Hanı geçmişte konaklama için kullanılırken; günümüzde kahvaltı salonları, hediyelik eşya dükkanları, kitapçıları ve kafeleriyle oldukça hareketli, otantik bir havada  misafirlerini ağırlıyor. Özellikle zengin kahvaltı sofraları dillere destan… İkinci durağımız halk arasında “Dört Ayaklı Minare” olarak bilinen “Şeyh Mutahhar Cami”


Cami, Şeyh Mutahhar Türbesi’nin bulunduğu arsa üzerinde inşa edildiği için bu adı almış. Minaresindeki kitabede,  Akkoyunlu Sultanı Kasım Bey'in zamanında yapıldığı yazar. 4 yalın sütun ile başlıklar üzerinde oturan kare mimarisiyle Anadolu camileri içinde tek örnek oluşturuyor.


Yöre insanı minarenin altından 7 defa geçenlerin dileğinin gerçekleştiğine inanıyor. Biz de geleneği bozmadık, minarenin altından yedi kez geçtik elbette.


Amacımız turist gibi gezmek değil, bölge insanın arasına karışmak olduğundan ara sokaklarda kaybettik zamanı.  Esnafla sohbet ettik demli çaylar eşliğinde, fotoğraf çektik bol bol, Diyarbakır çarşılarını gezdik…


Diyarbakır’da olmanın en güzel tarafı, güne nefis bir kahvaltı sofrasıyla başlamak. Soluğu Hasan Paşa Hanı’nda Kahvaltıcı Mustafa’da aldık. Peynirler, reçeller, kaymak, bal, sahanda kavurmalı yumurta ve daha sayamadığım bir çok lezzet tabağı… İtiraf etmeliyim her şeyi yemek istiyor insan, fakat bizim yolumuz uzun, gezilecek görülecek daha çok yer var. 


İkinci gün ilk durağımız hanın karşısındaki Ulu Cami. Anadolu’nun en eski camilerinden biri olan Ulu Cami; minaresi, mihrabı, minberi, avlusu, şadırvanı, iki katlı revakları ve kabartmaları ile oldukça etkileyici.


Avlusunda bir süre oturup caminin mistik havasını soluduktan sonra  hemen yanı başındaki Cahit Sıtkı Tarancı Müze Evi ve Ahmed Arif Edebiyat Müze Kütüphanesi’ni ziyaret ettik. Cahit Sıtkı Tarancı Evi’nin bahçesini özel izinle gezdik fakat dizi çekimi nedeniyle odalara giremedik. Onun dilinden iyi dileklerimizi ve selamımızı yolladık üstada...

”Yaş otuz beş! yolun yarısı eder
Dante gibi ortasındayız ömrün
Delikanlı çağımızdaki cevher
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün
Gözünün yaşına bakmadan gider.”

Diyarbakır'ın Hançepek semtindeki Yağcı Sokak 7 numaralı evde dünyaya gelen Ahmed Arif'i, kendisine has lirizmi ve hayal gücüyle yazdığı şiirleri de unutmak olmaz.
  

“Zemheri de uzadıkça uzadı
Seni baharmışsın gibi düşünüyorum
Seni Diyarbekir gibi düşünüyorum”


Renklerin, dinlerin, dillerin mozaği kadim bir kent Diyarbakır. Bir yanda camiler diğer yanda kiliseler iç içe. Müslümanı, Ermenisi, Hıristiyanı bir ağacın yaprakları gibi…

Mıgırdiç Margosyan “Gavur Mahallesi” kitabında 1930’lu yıllarda Diyarbakır’da "Gavur Mahallesi" olarak anılan Hançepek’de Ermenilerin, Süryanilerin, Keldanilerin, Türklerin, Muhacirlerin, Kürtlerin yıllarca -öteki- nedir bilmeden; neşeli, mutlu ve paylaşımcı insanlar olarak yaşadıklarını anlatır. "İnsan olma" temelinde kurulu basit yaşamların enstantanelerini hatırlatır.   


Margosyan’ın öyküleri belleğimizde, restorasyonu kısmen tamamlanan ve ibadete açılan Mar Petyun ve Surp Giragos Kiliseleri’ni gezdik.


Oradan Mardinkapı’ya yönelip, “Peynirciler Çarşısı”na girdik. Bu çarşının özelliği çeşit çeşit peynir, yoğurt, tereyağ ve bal satılması.


Bir cümbüş yerini anımsatan çarşıdan çıktıktan sonra Vali Hüsrev Paşa tarafından 1521-1527 yılları arasında yaptırılan, şimdilerde ”Kervansaray Otel” olarak işletilen “Deliler Hanı”na geçtik. 


Avlusundaki kahveye oturup, bir yandan kahvenizi içip bir yandan da o muhteşem yapıyı inceleyebileceğiniz etkili bir durak Deliler Hanı'ı... Bir sonraki Diyarbakır gezimizde burada konaklama kararı alarak, Keçiburcu’na doğru yol aldık.


Keçiburcu’nunda çay-kahve molası verebileceğiz bir çok işletme var. Surların üzerine çıkıp, güzelim Dicle’yi ve önümüzde uzanan geniş yaylayı, On Gözlü Köprü’yü izledik bir süre...


 Kapılar ve surlar diyarı Diyarbakır Kalesi'nin Urfakapı, Dağ (Harput) Kapı, Mardin ve Dicle Kapı olmak üzere 4 kapısı ve  82 burcu var. Çin Seddi’nden sonra dünyanın en uzun surları burada.


Bu görsel şölene ara verip Meryem Ana Kilisesi’ne gitmek üzere surlara veda edip, Balıkçılarbaş’ına yürüdük. Kısa yoldan ulaşmak için labirent gibi sokaklara saptığımızda, bir hemşehrim işini, gücünü bırakıp bizi Meryem Ana Kilisesi’ne ulaştırdı.


Ancak ziyaret saati olmadığı için kapıda kaldık. “Ne yapalım” diye düşünürken, Diyarbakırlı can dostlar yetişti imdadımıza yine… “Dengbej Evi”ne gidebilirsiniz dediler. Seyahat, sürprizlerle dolu bir serüvenin ta kendisi!

Nedir bu Denbej Evi derseniz ? Bu bir geleneğin yaşatıldığı yer derim. Dengbejlik Geleneği! Mezopotomya'nın sözlü kültür taşıyıcılarının, hikaye anlatıcılarının sese sözleriyle hayat, biçim, renk ve anlam verdikleri çok orijinal bir kültürel değer. Duyguların müzikle hayat bulduğu bu evin avlusunda susup dinlemek gerek sadece… Enstrümansız olarak yüzlerce yıldır sesle yarattıkları bu eserlere “kilam ve stran” deniyor.

Biz yine Amed’in dar ve karanlık sokakları, kara gözlü çocukları, rengarenk elbiseli kadınlarının arasından geçip, çocukluğumda önünde soğuk su sattığım Yeni Kapı’ya kadar yürüyoruz. Yol boyu sur diplerine yapılan park ve yeşil alanları hayranlıkla izliyoruz. Ne güzel olmuş.


Sur içinde hummalı bir çalışma yürütülüyor. Çalışmalar bitince çok önemli bir alan oluşacak.


Burada neler mi var? Ünlü “Diyarbakır Ceza ve Tevkif Evi”, “Kara Papaz (Saint Georgi) Kilisesi” ve diğer sivil mimarlık örnekleri…


 Cezaevinin içinde bir süre sessizliği dinlerken, kulağıma fısıldanan öyküler içimi burkuyor.


 Biraz nefes alma ihtiyacıyla sur içini ve ovayı seyre dalıp, huzura kavuşuyor ruhum. Batan güneşin kızıllığında bir günü daha bitiriyoruz evimde, Dicle’de, Diyarbakır’da, Diyarbekir’de yahut Amed’de…


İnsan köklerini özlüyor bazen veya her an, fakat çok az zaman kalıyor yaşam telaşından özlemlerini gidermeye…
“Memleket isterim
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.”

Yine geleceğim; aç kapılarını, bekle beni Dicle!


YAZI VE FOTOĞRAFLAR: İHSAN ALBOĞA

21 Mayıs 2012 Pazartesi

Ejdarhanın Ülkesi ÇİN -2


-XI'AN-

“Ni Hao” yani "merhaba" Leyleğin Güncesi’nde Çin ile ilgili yayınlanan ilk yazımın sonunda şimdilik “zai jian” yani “hoşca kalın” diyerek ayrılmıştım. Sanıyorum bu yazımın sonunda da aynı ifadeyi kullanmak zorunda kalacağım. Çünkü daha Pekin’e gelemedim. Yasak Şehir ve Çin Seddi’ni anlatmak başlı başına birer yazı olabilecek genişlikte.
Esasında Çin’i birkaç yazıda anlatmak mümkün değil. Eğer bu gezinizi bir de Tempo Tur ile yapmışsanız, gördüklerinizi ve yaşadıklarınızı anlatmak kitaplara sığmaz. Ben burada ancak gördüklerimi ve yaşadıklarımı çok özetleyerek anlatmaya çalışıyorum. Emin olun Çin, ancak Çin’de gezerek öğrenilebilinir. Onun için Çin gezisini gezi programımın başına koymuştum. Bunun da ne kadar doğru bir karar olduğunu Çin’e gidip görünce anladım.
Bu yazımda da sizlere Xi’an şehrinde gezdiğim ve gördüğüm yerlerden bahsedeceğim. Bunların başında da hiç şüphesiz "Terracatto Savaşçıları ve Atları" geliyor.
Chongging’den bir saatten fazla süren uçuşumuz sonunda, Xi’an havaalanına iniyoruz. Xi’an, Çin’e başkentlik yapmış, geniş sokakları ve modern mimari yapısı ile dikkati çeken bir şehir.
İyi bir uyku ve onu takip eden kahvaltının sonunda şehir gezimize başlıyoruz. Görülecek çok ve güzel yerler var. Zaman kaybetmeye hiç tahammülümüz yok.
-HUA GİNG KAPLICALARI-
Xi’an şehrindeki ilk durağımız, Hua Ging Kaplıcaları. Bu kaplıcalar, Türkiye’de de örneklerini çok gördüğümüz doğal kaplıcalardan birisi. Xi’an’ın başkent olduğu dönemde, zamanın imparatorları ve ailelerinin faydalanmaları için inşa edilmiş.


Geleneksel Çin mimarisinin güzel bir örneği olan bu kaplıcalar; banyo ve dinlenme yerleri, havuzları, gezi alanları, kafeteryaları ve hatıra eşya satan dükkanları ile bir park şeklinde, herkesin gezip görebileceği bir yer.


-VAHŞİ KAZ PAGODASI-
İkinci göreceğimiz yer, "Vahşi Kaz Pagodası." Geniş bir alana yayılmış bu pagodada da artık alıştığımız Çin mimari tarzının bir örneğini görüyoruz.


Gökyüzüne doğru yükselen bir tapınak şeklinde inşa edilmiş. Etrafta bir çok bina ve bahçe var. Ziyaret edenlerin sayısı da küçümsenmeyecek kadar çok.

Bunların bir kısmı yabancı ve yerli turist, ama ibadet için gelenler de var. Bakımlı ve güzel bir yer. Kapalı alanda yüksek bir yere konmuş çok güzel bir Buda heykeli var. İnsan bu heykele bakmaktan gözünü alamıyor.

Sarı, mavi ve biraz da kırmızının hakim olduğu renklerle renklendirilmiş ve çok gösterişli bir yere konmuş. Ancak çevrede ve bahçelerde gezerken de bir çok Buda heykeli görüyoruz. Bunlar rengarenk ve çok sevimliler, devamlı tebessüm ediyorlar. Buda heykelleri bu kadarla da bitmiyor. Binanın dışındaki meydanın ortasına da büyük boy bir Buda heykelinin dikilmiş olduğunu görüyoruz.

-ULU CAMİ-
Bundan sonraki gezimiz, Ulu Cami ve müslümanların yaşadığı mahalle. Burada Ulu Cami’den biraz fazla söz etmek istiyorum. Bunun da nedeni, caminin çok etkileyici olması. İnsan Çin’deki camiyi ziyaret etmeden evvel, minareleri, kubbeleri ile her zaman görmeye alıştığımız normal mimari yapıda bir cami göreceğini hayal ediyor. Ulu Cami’yi görünce durum tamamen farklı. Çünkü cami, tamamen geleneksel Çin mimari tarzında, daha ziyade Budist tapınaklarına benzer şekilde inşa edilmiş.


Cami arazisine kapısından girdiğinizde, kendinizi tamamen bir Çin tapınağında gibi hissediyoruz. Ta ki namaz kılınan binaya ulaşana kadar. Namaz kılınan binaya ulaşmak için de Çin mimarisindeki kapı, avlu ve pavyonları geçmek mecburiyetindesiniz. Bu da yaklaşık 200-250 metre kadar bir mesafe. Genişliği ise yaklaşık 50 metre kadar. Belki bu mesafe, size caminin tüm tesisleri ile kapsadığı alan hakkında bir fikir verebilir.


Bu camide beni etkileyen önemli konulardan birisi de, restorasyonunun abartılı bir şekilde yapılmamış olması. Çünkü Çin’de gördüğümüz tüm restorasyon çalışmalarının, abartılı bir şekilde yapıldığını düşünüyorum. Camideki bu durum, orijinalliği görme açısından daha iyi ve etkileyici.


Şehirdeki davul kulesinden güneşin doğuşunu ve batışını bildirmek için çalınan davul sesine, camiden okunan ezan sesi karışması hiç alışık olmadığımız bir ortam yaratıyor. Bunu Çin’den başka nerede yaşarsınız? Farklılıkları görmek için gezmek ve görmek gerek.

Cami, 13 asır önce inşa edilmiş. Ayrıca burada diğer dinlere ait ibadet yerlerinin bulunduğu da bir gerçek. Nedeni ise, Xi’an o zaman ülkenin başşehri ve en önemlisi de ipek yolunun başlangıç noktası. Buraya gelenler zengin tüccarlar ve yalnızca dünyaya ipeği değil, Çinle ilgili iyi ve kötü her bilgiyi yayıyorlar. Yani Çin’in dünyaya açılma noktası.


Caminin kapısından girdiğimiz anda, karşımıza, yaklaşık 10 metre yüksekliğinde muhteşem görünüşlü ahşap bir kemer çıkıyor. Cami bizdeki külliyelere benziyor. Külliye beş bölümden oluşuyor. Kemerden sonra, caminin yüzünün Mekke’ye doğru bakmasını sağlamak maksadıyla, doğudan batıya doğru uzanan ekseni takip ettiğimizde, her bölümün mütevazi kapısından geçerek sağlı sollu pavyonların olduğu bölmelere ulaşıyoruz.

Günlük ihtiyaçların giderildiği hizmet binaları güneyde, medrese gibi eğitim ağırlıklı binalar kuzeyde bulunuyor. Külliyenin orta yerinde tamamen Çin mimarisinde yapılmış bir minare var. Bu yapıyı gördüğümüzde, caminin minaresi olduğunu hiç anlamıyoruz. Çin mimari tarzında üç katlı gösterişsiz bir bina. Biz göğe doğru metrelerce yükselen ve etraftan rahatlıkla görülen bir minare beklerken, bu tip bir minare görmenin şaşkınlığı içerisindeyiz. Ama farklılık bu. Biz de bu farklılığı görmeye geldik.
Beşinci kapıyı da geçtiğimizde, namaz kılınan binaya geliyoruz. Burası tamamen ahşaptan yapılmış ve oldukça büyük bir yer.


Tek çatı ve tavanlı. Bu tavanı tutan sutünlar ve duvarlar ahşap, asırlar boyunca geçen zamana aldırmadan ayakta duruyorlar.


Bu duvarlara ayetler işlenmiş. Namaz kılınan mekan çok aydınlatılmamış. Huzur verici bir hava var. Genelde külliye, taş, ahşap ve bahçe süslemenin bir arada çok güzel kullanılarak göze hoş görünen ve huzur veren bir sanatın ön plana çıktığı tarihi ve etkileyici bir mekan. 1300 yıldır yıllara meydan okuyarak bu güzel, muhteşem ve çok farklı görüntüsüyle ayakta duruyor. Emin olun Ulu Cami, Çin’deki tarihi eserler arasında en iyilerinden ve görülmesi gerekenlerden birisi olmayı hak ediyor.

Xi’an’da son görülecek yer, caminin hemen civarındaki müslüman mahalllesi. Burada hediyelik eşya satan dükkanlar, kuruyemişçiler, lokantalar, seyyar satıcılar, gözlemeciler, aklınıza ne gelirse var. Hiç enteresan değil. Fazla oyalanmadan kendimizi buradan dışarıya atmayı arzu ediyoruz. Sokak aralarında yalnızca görmek açısından hızlı bir yürüyüşten sonra derin bir nefes alarak aracımıza biniyoruz.
-SUNSHİNE GRAND THEATHER-
Bugünkü gezimizi tamamladık. Oldukça çok ve birbirinden değişik yer gördük. Gece için çok güzel bir programımız var. Çin genelsel kültürünün revü şeklinde sunulduğu gösteriyi en ön yerden seyredebilecek şekilde Sunshine Grand Theater’deki masamızı ayırtıyoruz. Yemekten hemen sonra beklemeksizin tiyatroya gidiyor ve masamızdaki yerlerimize yerleşiyoruz. Çok kısa bir süre sonra da gösteri başlıyor.


Çin geleneksel kıyafetleri, müziği ve danslarının sergilendiği, bir saatten fazla, kesintisiz bir zaman alan bu güzel gösteriyi büyük bir keyifle, gözümüzü kırpmadan ve büyük bir sessizlik içerisinde seyrediyoruz.


Biribirinden güzel kızların ve yakışıklı delikanlıların büyük bir beceri ve profesyonellik içerisinde sundukları gösteri, çok renkli bir şekilde hazırlanmış. Aynı zamanda teknolojinin tüm imkanları da kullanılmış.


Ses ve ışık harika. Zamanın nasıl akıp gittiğini anlamıyoruz. Bir baktık ki gösteri bitmiş. Her güzel şey gibi bu da çabuk geçti...


-TERRACOTTA SAVAŞCI VE ATLARI-
Bugünkü gezimizin durağı, "Terracotta Savaşçıları ve Atları." Terracotta Savaşcıları ve Atları’nın sergilendiği yer aslında müze. Aslında müze, üzerleri ve yanları örtülerek dışarı ile teması kesilmiş çok büyük hangarlar topluluğu. Böylece de doğal olaylardan korunmuşlar.


İlk hangardan içeri girdiğinizde gördüğümüz manzara karşısında şoke oluyoruz. Yüzlerce heykel bir araya gelmiş bizleri karşılar vaziyette. Inanılacak ve hayrete düşmeyecek gibi değil.

Evet bunlarla ilgili birçok kişi haber okumuş ve resimlerini görmüştür, ama bunları burada görmek bambaşka. Ayrı bir heyecan ve zevk.


Bu askerlerin ve atların tamamı topraktan yapılmışlar ve rütbe sırasına göre de dizilmişler. Yüzlerindeki kararlılık, bağlılık, saygı ve cesaret ifadesini net bir şekilde görüyoruz. Bu duygular heykellerin yüz ifadelerine son derece ustalıkla yansıtılmış. Sanki canlı gibiler.


Müze, üç hangardan oluşuyor. Birinci hangarda savaşçıların sağ kanadı, ikincisinde sol kanadı ve üçüncüsünde de karargah bulunuyor. Tüm bu savaşçı ve atlarına yüksekten bakılıyor ve etrafında yapılan bir gezi yolu ile de yanlarına yaklaşmadan uzaktan seyredebilmek imkanı buluyoruz.
Heykeller, asıl adı "Ying Zheng" olan ve "ilk Çin İmparatoru" manasına gelen Qin Shi Huang için yaptırılmış. 2800 yıllık bir geçmişi var. Yapılan heykellerin sayısının, yaklaşık olarak 7000 savaşcı, 130 tahta savaş arabası, 500 yük atı olduğu tahmin ediliyor. Bunlardan yer üstüne 20 at arabası, 100 savaş arabası ve 2000’e yakın savaşçı çıkarılmış. Çalışmalar, halen devam ediyor.
Sol kanadın olduğu bölümde, ön safda soldan sağa doğru üç sıra asker ve başlarında subayları dizilmişler. Belli ki bunlar, en önde savaşacak savaşçılar. Sonra arkalarında dörderli yürüyüş kolu halinde dizilmiş okçular, piyadeler ve savaş arabaları ile motorize savaşçılar geliyor. Bunlar oniki yürüyüş koluna ayrılmış.

Bu şekilde yerleştirilmiş olmalarının açıklamasının; savaşa ve imparatorlarının vereceği her emre hazır bir şekilde, toplantı alanında imparatorlarını bekleyen askerlerin toplu düzeni, olabileceği şeklinde değerlendiriyorum. Belki de yanılıyorum. Ama gerçek olan, görüntünün muhteşemliği.
Heykeller, bire bir boyutlarında, zırhlarını giymiş ve savaşa hazır savaşçılar. Bu askerler başlarında generalleri, subayları, piyadeleri, okçuları ve motorize askerleri ile tam bir ordu.
İnsanı etkileyen bu görüntünün yanında, heykellerin yüzlerinin birbirine benzememesi karşısında da hayrete düşüyoruz. Bu kadar çok heykelin yüzleri ve yüzlerindeki ifadeler birbirinden farklı.


Sağ kanadı teşkil eden savaşçıların olduğu hangara geçiyoruz. Bu hangarda görülecek fazla bir şey yok. Çünkü ortada açığa çıkarılmış savaşçılar yok. Ancak cam içerisinde korumaya alınmış savaşçılar var. Bunların bir kısmı ayakta, bir kısmı ise oturarak ok atar pozisyonu almışlar. Gerçekte tüm savaşçıların renklendilirmiş olduklarını, ancak, ortaya çıkarılmaları esnasında hava ile temas etmelerinden sonra renklerini kaybettiklerini öğreniyoruz.
Üçüncü hangardayız. Burası karargahın olduğu yer. İlk iki hangarda gördüklerimizden çok farklı. Burada askerler meskun bir mahalde, bir esasa göre yerleştirilmiş durumdalar. Bu meskun mahalin girişi, kapıları ve çalışma odalarını çağrıştıran bölmeler var. Bazı bölmelerde toplantı halinde olduklarını anımsatan bir hava verilmiş. Ancak hepsi zırhlı ve silahlı, yani savaşa hazır vaziyetteler.


Bu muhteşem savaşçılara biz de “hoşça kal asker” diyerek bir asker selamı ile ayrılıyoruz. Arkamızdan duyduğumuzu sandığımız “sağol” sesi tarihin derinliklerinden gelirmişcesine yankılanıyor.

Bundan sonraki yolculuğumuzun son durağı Pekin. Çin gez gez bitmiyor, gör gör tükenmiyor. Leyleğin Güncesi’nde bir başka yazımda buluşmak üzere şimdilik “zai jian” yani “hoşca kalın”.
YAZI VE FOTOĞRAFLAR: OLAY SALCAN