20 Haziran 2016 Pazartesi

LİKYA YOLU EFSANELERİ VE KAYAKÖY’ÜN HÜZÜNLÜ GEÇMİŞİ

Bu yıl TEMPO ile Likya Yolu başlangıç etaplarını yürümek için yine düştük yollara.  Ben bu etabı çok sevmiş olmalıyım ki ikinci kere yürümek için oralardaydım. Belki de bu isteği tekrar canlandıran şey, benim için burasının sadece bir yürüyüş yolu olmamasıydı. Bu rotanın çok sevdiğim denizle bir bütünlük oluşturması ve özellikle yürüyüş öncesi ziyaret ettiğimiz Kayaköy’ün geçen yıl kaçırdığım detaylarını tekrar yakalama çabası beni buraya tekrar getirmiş olmalıydı. 
Geçen yol olduğu gibi Likya Yolu’nu yürümeye başlamadan önce Fethiye’nin bir mahallesi konumundaki Kayaköy’e uğradık. Burası evlerinden zorla koparılan ve göçe zorlanan insanların yaşadıklarını hatırlatması açısından çok etkileyici bir yer. Sekizyüz yıl boyunca bir arada yaşayan insanların, uluslar arası  bir anlaşma gereği birbirinden ayrılmaya zorlandıkları yerleşim yerlerinden birisi Kayaköy. 
Karar bir kere alınmıştı. Rumlar buralardan gidecek, yerlerine  Balkanlar’da yaşayan Türkler gelecekti. Bugünkü şehri “hayalet” haline getiren süreç de böyle başlamış oldu. Taş evler birkaç haftada boşaldı, sokaklar sessizliğe büründü, kilisenin çanı sustu. Buraları terk eden Rumlar geri dönecekleri umuduyla bütün eşyalarını götürmediler bile. Yaşayan bir şehir bugünkü enkaz haline geldi. Benzer acıları Balkanlar’da yaşayan ve topraklarını terk etmek zorunda kalan Türkler de yaşadı. Oralardaki ezanın sesi de susmuştu.

Biz bu nedenle, Kayaköy’ün sokaklarını dolaşırken evlerinin önünde sohbet eden Eftalya’nın, Maria’nın, Eleni’nin sesini duyamadık. İşine giden Kostas’ın, Yorgos’un ve Aleksis’in sesi de yoktu artık. Ne nalbant Lakis ne de marangoz Manolis’le karşılaştık sokaklarda. Bu derin sessizlik bize çok şey anlatıyordu aslında. Büyük Fethiye depremine kafa tutan taş binalar, şimdi bir yıkıntı görünümünde karşımızda duruyordu. 


Benzer hikayeleri Nisan ayında Alaçatı’ya gerçekleştirdiğimiz gezide de dinlemiş ve çok etkilenmiştik. Birbirinden uzak iki küçük şehrin, etkileri çok büyük ve ortak hikayeleriydi bunlar. Alaçatı’da şarap üreten Rum nüfusu yerini tütün üreten Türk ailelere bırakmıştı. Burada ise nalbant, taş işçisi ve marangozluk yapan Rumların yerini tarımla uğraşan Türklere bıraktığına tanık olduk. Kısacası senaryolar aynı, sadece oyuncular farklıydı. Yaşanan acı ise ortaktı. 
LİKYA YOLU BAŞLANGIÇ ROTALARI

Kayaköy’ün hüzünlü hikayesini içimizde yaşayarak, dünyanın en iyi on yürüyüş rotasından birisi olarak gösterilen Likya Yolu’nun başlangıcına yöneldik. Beşyüz kilometreyi aşan uzunluğuyla Fethiye’den başlayıp Antalya’da sona eren bu yolun yürüdüğümüz Fethiye kısmı; gerek bitki örtüsü, gerek barındırdığı tarih, gerekse görselliğiyle çok özel bir deneyim yaşattı bize, üstelik doğada yürüyerek. 

Milattan önce 2000’li yıllarda yapılan ve başta Romalılar olmak üzere birçok uygarlık tarafından kullanılan bu yol, İngiliz tarihçi  Kate Clow tarafından ortaya çıkarılıp 1999 yılında yürümeye uygun hale getirilmiş. Likya Yolu’nda yürüyüşe en uygun dönemler Şubat-Mayıs veya Eylül-Kasım ayları. Yol; eski Roma yolları, katır yolları ve patikalardan oluşuyor ve genellikle taşlık ve kayalık bir yapıya sahip. 



Likya Yolu genellikle ormanlık alanların ve verimli tarım arazilerinin içinden ya da yakınından geçiyor. Deniz ise yürüyüş sırasında bir görünüyor, bir yok oluyor.

Yürüyüşteki ilk uğrak noktamız Gemiler Koyu’nu yukarıdan gören tepenin yamacı. Fotoğraf karelerimizi süsleyen Kayaköy yakınlarındaki Gemiler Koyu’na ilişkin bir efsane de var. Bu koyda genç kızlar dokudukları kumaşları yıkarlarmış. Bu yıkama zamanı bir şölen niteliğinde imiş. Bir ucundan tutulan kumaşlar adaya kadar uzatılır, kimin kumaşı adanın karasına önce değerse, onun muradı önce gerçekleşirmiş. Zamanında bu kızların muratları neymiş bilmiyoruz ama bu efsanenin yaşandığına inanılan bu koyu en güzel açılardan görme şansını bulduk.
    Gemiler Koyu’na yukarıdan bir bakış…

Yürüyüşlerimizin sonunda  Belcekız Plajı ve Kabak Koyu yüzerek  serinlememize izin verdi. Buralar sadece yüzüp güneşlendiğimiz değil, arkadaşlarımızla koyu sohbetlerin yapıldığı yerler de oldu. 
Fethiye, efsaneleri bol bir yer. Yine efsaneye göre; “fırtınalı bir günde, Yediburunlar önlerinde azgın sular ve fırtınalar bir baba ile oğulun gemisini yakalamış. Oğul bilirmiş buraları çünkü Belcekız adında yörede yaşayan bir kıza sevdalıymış. Kayalara yaklaşırlarsa bir koya girebileceklerini ve fırtınadan kurtulacaklarını söylemiş babasına. Baba ise kayalara çarpıp parçalanacaklarını, buralarda koy olmayıp yalçın kayalıklar bulunduğunu iddia eder dururmuş. Aralarında öyle şiddetli bir itiş-kakış başlamış ki, baba tam kayalara çarpacaklarını sandığı an, oğlunu bir kürek vuruşuyla denize atıp dümene geçmiş. Bir de bakmış ki deniz dönüyor, dümdüz, çarşaf gibi bir koya dönüşüyor.
Baba gemisiyle bu koya sığınmış. Gemisi ve yükleri kurtulmuş ama oğlunun da ölüsüne yanmış tutuşmuş. Günlerce yas tutmuş, denize ağlamış. Gözyaşları, haykırışları boncuk boncuk kumsallardan sekerek karşı yamaçları sarmış. Belcekız sevgilisinin öldüğünü duymuş ve kendisini denize atarak sevgilisine kavuşmayı düşlemiş. O günden sonra, oğulun öldüğü yere Ölüdeniz ve kızın öldüğü yere de Belcekız denmiş.”
Yürüyüşler sırasında olağanüstü bir görsel şölenin yaşandığı rotalardan birisi de Alınca-Kabak etabıydı. Her adımında bir tarafta devasa kaya oluşumları ve şelale yatakları, diğer tarafta Kabak Koyu’nun müthiş görüntüsü bize eşlik etti.  

Oldukça eğimli “Alınca-Kabak” rotasını, “Kabak-Alınca” olarak yürümek de mümkün. Ancak oldukça eğimli ve yedi  kilometre uzunluğundaki bu rota çıkış yönünde oldukça yorucu oluyor. Bu nedenle  rotayı yürüyüş sonunda denize ulaşma amacını taşıyan yürüyüşçüler için “iniş” şeklinde gerçekleştirmek daha anlamlı görünüyor. Eğimli yolda inerken, taşların kayma riskine karşı daha dikkatli olmak gerekiyor. Bu rotada baton kullanımı daha fazla önem kazanıyor. 


Alınca’dan inerken çam ağaçlarının yanı sıra keçiboynuzu ve koca yemiş ağaçları da bize eşlik etti. Daha yükseklerde ardıç ve sedir ağaçları da varmış. Keçiler ise bu coğrafyanın ayrılmaz bir parçası.
Likya Yolu gezimiz Kaş etabını Ekim’de yürüme beklentisiyle sona erdi. Pek çok güzel insanla bu gezide tanışıp, var olan dostlukları ise pekiştirme fırsatı bulduk. Yeni faaliyetlerde buluşma sözleri verildi. Yunanlıların dansı olan sirtakiyi, üstelik Ankara’da öğrenen arkadaşlarla tanıştım. Ezginin Günlüğü’nün unutulmaya yüz tutmuş bir parçasını Kabak Koyu’na tepeden bakarken dinledim. Artçı rehberimiz Erkan’ın oyun havaları eşliğinde dansını hayranlıkla izledim. Yürürken grup içi yardımlaşmanın önemine bir kez daha tanıklık ettim. Otelin havuzu başında yaptığımız sohbetlerin tadı ise bir başkaydı. Çekilen fotoğraflar yaşadığımız anları ölümsüzleştirdi. 


Sekizyüz metrelik yükseklikteki Alınca’dan inerken verdiğimiz molada belki de hayatımızın en lezzetli çayını yudumladık. Ellerine sağlık Derya…

Bu gezi unutmaya başladığımız bir kavramı bize tekrar hatırlattı: birlikte yaşamak. Göçe zorlanan Rumlar, Kayaköy’de yaşamaya devam etselerdi buranın havası şimdikinden çok daha farklı olacaktı. Kertenkele ve yaprakların hışırtısından başka sesin duyulmadığı buralarda, Türkçe ve Rumca şarkılar yine birbirine karışacaktı. Sirtaki ve zeybek yine beraber oynanacaktı. Ezan sesi ile kilise çanı yine birlikte Babadağ’ın eteklerinde yankılanacaktı. 

Teşekkürler TEMPO, bu özlemlerimizi Babadağ’ın eteklerinde tekrar hatırlamamızı sağladığın için. Ekim ayında Kaş’ta bir başka Likya Yolu rotasında görüşebilmek umuduyla...

Yazı ve Fotoğraflar: Taner SAYAR