18 Ekim 2021 Pazartesi

Safran Yeniden Hayat Buluyor

 Uzunca bir süredir bilinen nedenlerden ötürü pek gezemiyoruz; o nedenle “yazmak” için eski defterleri açmak gerekiyor. Yavaş da olsa geziler yeniden başlarken üç yıl önceki bir geziden söz etmek istiyorum: Safran hasadı.
Safran ya da Latince adıyla Crocus sativus L., dünyanın olmasa bile hiç kuşkusuz Türkiye’nin  belki de en pahalı baharatı. Bir gramı 2018’de 25 TL.’na satılıyordu, bu yıl ise öğrendiğime göre 50 TL.’na yükselmiş!
Her ne kadar bazı kaynaklarda safranın anavatanının Anadolu ve Doğu Akdeniz çevresi olduğu kaydedilse de, binlerce yıl önce Keşmir ve İran’da safran yetiştirildiği bilinmekte. Çin, Sümer, Roma, Yunan ve Mısır uygarlıklarında safranın izine rastlanılmakta.



Boya, ilaç, kozmetik ve gıda sanayilerinde kullanılan safran günümüzde İran, Azerbaycan, Hindistan, Pakistan, Yeni Zelanda, Yunanistan, İtalya, Fransa, İspanya, Fas, Mısır ve İsrail’de yetiştirilmekte.
Çiğdeme benzeyen soğanlı bir bitki olan safranın toprak üstü kısmı yıllık, soğan kısmı çok yıllık bir niteliğe sahip. Ağustos/Eylül aylarında ekilen soğanlar Ekim/Kasım ortalarında  kadar çiçek vermekte. Mor/eflatun taç yapraklı çiçeklerde üç tane sarı erkeklik ve bir tane dişi organ bulunmakta. Dişi organın “tepecik/stigma” denilen kısmı da üç koyu kırmızı renkte ipliksi parçaya sahip. Safran olarak kullanılan kısım işte bu koyu kırmızı renkteki iplikçikler. Bu iplikçikler, ağırlığının yüz bin katına kadar boyama gücüne sahip. Safranın mor renkli taç yapraklarından reçel yapılıyor, sarı renkli kısımları ise ağırlıklı olarak lokum imalatında kullanılmakta.

 

Yazının giriş cümlesinde safranın çok pahalı bir “baharat” olduğunu belirttik. Peki bu pahalılığın nedeni ne? Bunun nedeni, safran çiçeğindeki o kırmızı iplikçiklerin tek tek elle toplanılması. Emek-yoğun bir süreç. Bir gram safran elde etmek için 55-65 arasında çiçeğin elden geçirilmesi gerekmekte.

Tarihsel veriler safranın ta Hititler döneminden beri Anadolu’nun pek çok yöresinde kendiliğinden yetişen bir bitki olduğunu göstermekte.
Rivayet olunur ki, Mardin’in hemen yakınlarında olan Süryani kilisesinin adı, bazı bölümleri inşa edilirken harcına bol miktarda civarda yetişen safran konulduğu için Deyr-ul Zafaran olmuş!
Darüşşafaka Lisesi’nin müdürü Binbaşı Hüseyin Efendi, 1887/1888’de yayınlanan Memâlik-i Osmâniyye’nin Zirâat Coğrafyası adlı kitabında;

“Çiçeklerinin ortasında bulunan sivri tığlarından yâ’ni a’zâ-i te’nislerinden [üreme organlarından] sarı bir boya istihsal olunan [üretilen] za’ferân nebâtı Kastamonu vilayetinin Zaferânbolu kazasında Akviran [Akören], Davut Obası, İmros, Karaca Tepe, Memikli, Sarı Ahmetli karyelerinde [köylerinde] pek çok zer’olunduğu [ekildiği] gibi Selanik vilayetinin cenub-i garbi tarafında Kozana kasabası civarında Kaybuni de ve Edirne hâvâlîside ve Halep’te ve Trablusgarp vilayetinde ve Mısır vilayet-i mümtâzesinde zirâat olunur” bilgisini vermekte.

1890’lı yıllarda Anadolu’yu karış karış dolaşan Düyun-u Umumiye görevlisi Vital Cuinet, kaleme aldığı La Turquie d’Asie adlı muhteşem eserinde safranın yöredeki güzel ve geniş çayırlıklarda kendiliğinden yetiştiğini, ayrıca çevredeki tüm köylerde safran ekildiğini ve bunun önemli bir gelir kaynağı olduğunu belirtir.
Osmanlı döneminde Anadolu’da epeyi miktarda safran tarımı yapılıyormuş. Bazı kayıtlara göre XIX. yüzyılın ortalarında İngiltere’ye 9,7 ton kadar safran ihracatı yapılmış. Ancak, üretim zaman içinde düşmüş. Özellikle de 1950’lerde Karabük’te demir-çelik tesisinin açılmasından sonra kimse safran ile uğraşmaz olmuş.
Neyse ki, son yıllarda bazı girişimcilerin çabaları ile safran üretimi yeniden canlanmaya başlamış. Fakat bu canlanmanın geçmişle kıyaslanması pek mümkün değil. Tesadüfen tanıştığım bir üretici, 2017 yılında toplam üretiminin 11-12 kg. kadar olduğunu söyledi. Yine aynı üretici, “İran safranı neden ucuz?” diye sorduğumda “ onun kalitesi iyi değil” yanıtını verdi. Daha sonra karşılaştığım bir ziraat mühendisine aynı soruyu sorduğumda, “İran’da dağ-taş safran tarlası, üretim fazla. Bir kalite farkı filanda yok. Tamamıyla arz-talep meselesi” yanıtını aldım.

 

Evet, safran üretimi, yeniden Safranbolu ekonomisine katkı sağlamaya başlamak üzere. Bu amaçla bazı köylülere safran soğanı dağıtılmış, tarlalar oluşturulmuş, yıllık üretim 25-30 kg. seviyesine çıkmış. Üretimin Türkiye genelinde geniş bir kitlenin dikkatini çekmesi amacıyla da birkaç yıldır, hasat zamanı, ilçede bir festival düzenleniyor. Bu festival nedeni ile Safranbolu’yu ziyaret edenlerin sayısı hiç de az değil. Yöreyi ziyaret edenler Yukarıçiftlik köyünde bir tarlayı yakından görebilmekte, elleriyle safran çiçeği toplayabilmekte. Tabii bu arada safran, safran reçeli, safranlı lokum ve muhtelif hediyelik eşyaların satışı da yapılmakta. Eğer gerekli tanıtım yapılırsa ve yöre halkı bu gelişmeye ayak uydurabilirse, “safran hasadı festivali” ilçe için önemli bir ek turizm geliri yaratabilir.

M. Bülent Varlık
mbvarlik@gmail.com

3 Temmuz 2021 Cumartesi

Tokat Üzerine Notlar

Tokat’a Tempo Tur ile birkaç kez gittim. Anadolu’nun önemli merkezlerini 5-10 yıl arayla gezmek/görmek, yöredeki değişimi gözlemlemek açısından iyi oluyor.
Kale ve Çevresi
Tokat’ın bir şanssızlığı, Ankara’ya olan uzaklığı. Normal bir otobüs yolculuğu bile 6-7 saat sürmekte. Bu nedenle, “güzel bir hafta sonu geçirmek istiyorsanız, atlayın arabanıza, Tokat’a gidin” diyemiyorum. Ama, Tokat, yine de fırsat bulursanız gezmenizi önereceğim bir yer.Şehir, bir yanından Yeşilırmak’ın geçmesine rağmen ağırlıklı olarak kalenin eteklerinde ve Yeşilırmak’a karışan/kavuşan Behzat Çayı’nın etrafında kurulmuş. Turistik anlamda gezilmesi/görülmesi gereken yerlerin neredeyse tümü kale altında, (yani taht-el kale=tahtakale’de) bulunmakta. Şimdi, söz açılmışken biraz Tokat kalesinden bahsedelim: Kentin ortasında kayalık bir tepenin üzerinde bulunan kalenin ne zaman, kimler tarafından inşa edildiği bilinmiyor. Ancak, bazı verilerden 1500-1600 yıllık olduğu tahmin edilmekte. Son yıllarda yapılan araştırmalarda birkaç geçit ve zindan olarak kullanıldığı sanılan odalar  bulunmuş. Bir rivayete göre Osmanlı tarihinde “Kazıklı Voyvoda” olarak bilinen Romanyalı Kont Dracula da bir süre bu zindanlarda yatmış! Bu arada, restorasyon sırasında kale surlarının önemli bir bölümünün yeniden inşa edildiğini de kaydedelim.
Nereleri Gezilmeli/Görülmeli?
Tokat’ın kalkınmasında turizmin önemli bir yer tutacağına kabul eden Belediye, küçük ama güzel bir broşür hazırlamış. Biz de bu broşürü takip ederek kenti gezmeye çalışacağız.






İlk durağımız Yeşilırmak üzerinde bulunan Hıdırlık köprüsü. 750 yıllık bir geçmişe sahip olan köprü bir Selçuklu eseri. Köprünün tam ortasında güzel bir kitabe bulunmakta. Bu arada hemen belirtelim; Tokat bir camiler ve türbeler şehri. Hıdırlık köprüsünden kent merkezine doğru yürürken XIV. yüzyıldan kalma Esentimur Türbesini, XIII. yüzyıla ait Sümbül Baba türbesini, XI. yüzyıla tarihlenen Garipler camiini görebilirsiniz. Bir sonraki durak ise XIII. yüzyıl eseri olan Gök Medrese. Medrese adını, duvarlarındaki  turkuvaz/mavi renkli çinilerden almakta. Yakın zamanlara kadar Tokat müzesi bu binadaydı; ama yeni müze yapıldığı için boşaltılmış, halen ne yazık ki ziyarete kapalı.
Hemen yakındaki XVII. yüzyıl eseri  Taşhan, restorasyondan sonra Tokatlıların “sosyalleşme” alanı halini almış. Hanın geniş avlusu gece yarısı bile dolu. Yirmi yıl kadar önce inanmayacaksınız ama Roma döneminden kalma lahitleri satan antikacılar da buraya taşınmış, ama artık öyle lahit filan yok. Hanın dışındaki dükkanlarda bu mevsimde meşhur salamura Tokat yaprağı satılıyor. Fiatlar düşük değil ama, yaprağın kalitesi gerçekten çok üst düzeyde. Yolunuz düştüğünde yaprak dolmasını seviyorsanız almanızı öneririm. Yine aynı mekanda yerel fırınlarda pişirilmiş ekşi mayalı ekmekler de bulabilirsiniz. Siz de benim gibi ekmek meraklısı iseniz tavsiye ederim.
Biraz daha ileride vaktiyle Yazmacılar Hanı’na ev sahipliği yapan Sulu Sokak bulunmakta. Han, epeyi tamirat geçirmiş, birkaç yıl önce ziyaret ettiğimde Tokat’ın meşhur yazmacılarının yeniden buraya taşınacaklarını söylemişlerdi, ama şu an durum nedir bilmiyorum.










Yolun sonunda Arkeoloji ve Etnografya Müzesi bulunmakta. Yıllar önce Gök Medrese’de sergilenen eserler buraya taşınmış. Yaklaşık olarak 400 yıllık geçmişi olan arasta, neredeyse yeni baştan inşa edilmiş yani “ihya” edilmiş ve ortaya doğrusunu söylemek gerekirse güzel bir müze çıkmış. Az sayıda ama önemli eserlerin sergilendiği bir mekan. Ne bileyim, söz gelimi, bir örneği Amasya Müzesi’nde bulunan Hititlerin Fırtına Tanrısı Teşup’un küçücük bir figürünü burada görebilirsiniz.  Müzede bir zamanlar Tokat’ta yaşayan hıristiyan ahalinin inaçlarına ait eserler de bulunmakta. Müzenin yakınlarında Takyeciler Camii, Yağıbasan medresesi ile Deveciler Hanı yer almakta. Arasta gibi, tamamıyla yeniden yapılan Han, Gazi Osman Paşa Üniversitesi’ne tahsis edilmiş.

Devam ediyoruz. Sırada XVI. yüzyıldan kalma iki önemli yapı yer almakta: Ali Paşa Camii ve Ali Paşa Hamamı. Bu iki yapının biraz ilerisinde Latifoğlu Konağı bulunmakta. Geçen yüzyıldan kalan konakta özellikle ikinci kattaki bir odanın tavan süslemeleri dikkat çekici. Bu vesile ile kaydedelim, eğer gezmekten yorulduysanız, konağın bahçesindeki “cafe”de oturup bir kahve ya da el/ev yapımı limonata içebilirsiniz.

Latifoğlu Konağı’nın hemen arkasında saat kulesi yer almakta. Biraz ileride ise Mevlevihane bulunmakta. Mevlevihane, yıllar önce metruk vaziyetteydi; ardından bence biraz fazla bir restorasyonla müzeye dönüştürüldü. Bir ara yine tamırata alınmıştı, şu an açık mı bilmiyorum! Hemen yakınlardaki Yüksek Kahve bulunmakta. Mustafa Kemal Paşa’nın Tokat ziyareti sırasında balkonundan halka hitap ettiği yapı neredeyse yeniden inşa edilmiş. Çeşitli Anadolu kentlerinde “restorasyon” adına, bir yapının ahşap bölümlerinin “siyah” ya da “kahverengi” ile boyanıp, duvarlarının “beyaz” sıva ile kaplanmasını galiba sorgulamak gerekli! 

Tokat’taki son durağımız ise Atatürk Evi. Geçen yüzyıldan kalma bir konak. Tokat’taki müzelere giriş ücretsiz. Fotoğraf çekmekte de bir sorun yok.   
Bir başka rotada birlikte olmak dileğiyle.

M.Bülent Varlık
mbvarlik@gmail.com


24 Mayıs 2021 Pazartesi

Çamlıdere

Çamlıdere, Ankara’da yaklaşık olarak bir buçuk saat uzaklıkta bir ilçe; nüfusu beş bin civarında. Gerçekten adı gibi yemyeşil bir mekan.

Biraz Tarih
İlçenin tarihi hakkında fazla bilgi bulunmamakta. Ancak, çevreden çıkarılan Roma dönemine ait bazı arkeolojik kalıntılar, Çamlıdere’nin en azından iki bin yıldan beri bir yerleşim yeri olduğunu göstermekte.
Türklerin Anadolu’ya girmesinden sonra çeşitli boylar çevreye yerleşir. Özellikle Hz. Ömer’in soyundan geldiğine inanılan Şeyh Ali Semerkandî’nin bölgeye gelmesinden sonra Çamlıdere’nin dinî çevrelerdeki etkisi artmaya başlar. Şeyh’in kerametiyle ortaya çıkan; tarlaya dökülünce çekirgeleri kaçırma ya da çekirgeleri yiyen sığırcıkları bölgeye toplama niteliğine sahip, okunmuş-üflenmiş “sığırcık suyu” nedeniyle Osmanlı coğrafyasının çok farklı yörelerinden, ki buna Kırım ve Balkanlar bile dahildir, çok sayıda kişi günümüzde Çamlıdere’nin olduğu yeri ziyaret eder. Zamanında Şeyhler köyü olarak anılan yöre 1930’larda bucak haline gelir, 1935’te Çamlıdere adını alır, 1953’te de ilçe olur.
Görülecek Yerler
Çamlıdere’de görülecek yerlerin, şehir merkezi ile Şeyh Ali Semerkandî türbesi çevresi olmak üzere iki farklı yörede toplandığı görülmekte. Ve bu iki yörede çok sayıda “müze” bulunmakta!

Belediye’nin yakınında bulunan Merkez Camii, gezinin başlangıç noktası olarak kabul edilebilir. Her ne kadar, bazıları II. Abdülhamit döneminde inşa edildiğini ileri sürse de, kayıtlar caminin 1918’de inşa edildiğini göstermekte; zaten cami üzerindeki tarih de muhtemelen inşaatın bitişini belirten 1921. Anıt eser olarak tescillenen caminin özellikle ahşap tavan süslemeleri dikkat çekici.
Merkez Camii’nin hemen arkasında, vaktiyle muhtemelen muvakkithane olarak inşa edilen küçük bir yapıda, Terazi Müzesi yer almakta. Burada Selçuklulardan başlayarak günümüze kadar kullanılan çok sayıda tartı aleti görülebilmekte. Küçük, ama ilginç bir yer.


Terazi Müzesi’nin hemen arkasında Doğa ve Hayvan Müzesi yer almakta. Müzede, Çamlıdere civarında yaşayan yüz çeşitten fazla yabani hayvan, doğal ortamlarına benzeyen bir fonda tahnit edilmiş olarak sergilenmekte. Kurulan bir düzen sayesinde hayvanların sesleri duyulabilmekte. Özellikle çocuklar açısından son derece öğretici bir mekan.

Hemen karşıda da Kültür Evi bulunmakta. Geleneksel tarzda inşa edilen evin giriş katındaki birkaç odada terzi, tuhafiyeci, nalbant, kavaf gibi muhtelif zanaatlar güzel bir şekilde canlandırılmış. Kültür Evi’nin üst katlarında etnografik eserler sergilenmekte.







Aynı yapının bir bölümü de Tarım Müzesi olarak geçmiş yıllarda tarımda kullanılan aletlere ayrılmış. Burası da oldukça zengin malzemeye sahip.

Şehir merkezindeki “müze”leri gezdikten sonra Şeyh Ali Semarkandi’nin türbesi ve çevresinde olan yerleri gezebilirsiniz.
Bu bölgede ilk uğranılması gereken yer Çuf Çuf Treni Oyun ve Oyuncak Müzesi. Beşbinden fazla oyuncağın sergilendiği müze, tren vagonlarından oluşan bir yapıya sahip. Müze için yetkililer “büyüklerin nostalji, küçüklerin eğlence merkezi” tanımını yapmakta.  Büyükler için nostalji olduğu doğru da, çocuklar için eğlenceden söz etmek pek mümkün değil. Çocuklar, sadece vitrinlerdeki oyuncakları seyredip, tabir-i caizse “yutkunmaktan” başka bir şey yapamamakta. Hiç değilse, hafta sonunda ya da tatil günlerinde çocukların bazı oyuncaklar ile oynamasına imkan sağlansa, müze amacına çok daha uygun hale gelecek diye düşünüyorum!

Ve son durak külliye. Külliyenin girişinde bulunan Şeyh Ali Semerkandî Müzesi, XV. yüzyıldaki toplumsal yapıyı yansıtmaya çalışan etnografik objelerle dolu bir alanda dinlenme, çay-kahve içme imkanı sağlamakta. Bu müzenin karşı tarafında Semerkandî Evi bulunmakta. Burada da etnografik malzemeler ağırlıklı olarak kullanılmış. Daha aşağılarda ise Kutsal Emanetler Müzesi görülebilir. Bu küçücük müzede sadece iki eser sergilenmekte. Bunlardan biri vaktiyle Semerkandî’nin kullandığı düşünülen “üç ayak”, diğeri de 1400’lerden kaldığı ileri sürülün bir ibrik.
Şeyhin türbesi, hemen hemen her zaman Anadolu’nun değişik yerlerinden gelenler tarafından ziyaret edilmekte. Türbe, fazla özelliği olmayan bir yapı. Türbenin biraz uzağında bulunan yaşlı bir çınar ağacının altında Şeyh’in müritlerine ders verdiğine inanılıyor; burası da çok ziyaret edilen bir yer!

Külliyenin içinde yer alan dükkan ve tezgahlarda, çam balı, tereyağı, peynir, ekmek, peksimet, yerel hamur işleri, kurutulmuş dağ inciri, iğde, kuru erik, mevsimine göre üvez, ev yapımı reçeller, yerel imalat “rayihalı” sabunlar gibi çeşitli ürünler satılmakta.
Çamlıdere sanırım, özellikle ilkbahar aylarında gezilmesi gereken bir yöre. Bir anlamda Ankara’nın sayfiyesi sayılabilecek bir mekan.





Ankara’dan eski İstanbul yolunu kullanarak giderseniz, yol üstünde bulunan Kurtboğazı barajında kısa bir mola verebilirsiniz. Çamlıdere’yi gezdikten sonra vaktiniz kalırsa Aluçdağı Tabiat Parkı’na da uğrayabilirsiniz. Dönüşü de çevre yolundan yapabilirsiniz.

Yazı ve fotoğraflar
M.Bülent Varlık
mbvarlik@gmail.com