23 Nisan 2018 Pazartesi

Buhara, Özbekistan


Tacik ve Özbeklerin yaşadığı Buhara’ya araçla, Kızılkum Çölünü geçerek gidecek ve yolum üzerindeki Amuderya (Ceyhun) Irmağını göreceğim. Buraları, tarih kitaplarında okuduğum, ancak görmeyi bile hayal edemediğim yerler. Gezip görmeye başlayıp da gezme mikrobu bize bulaşınca, gezme konusunda dayanılmaz bir arzu duyma hastalığına yakalandım. Bunun tek tedavisi de gezmek, hep gezmek. Bir yer görünce, başka yerler görme isteği ile yanıp tutuşmak ve tekrar yollara düşmek. Öyle ya evde ayaklarını uzatıp televizyonda bunları seyretmek varken buralarda ne işimiz var? Ama virüs bir kere bulaştı. Yapacak hiçbir şey yok. Gezmekten başka.
ÇÖLÜ GEÇİYORUM
Yol 450 km. ve normal şartlarda 5 saatlik yol. Ancak ben Buhara’ya geldiğimde tam 13 saat geçmişti. Çok kötü bir yol. Çoğu yeri toprak ve çukur içerisinde. Aracımız son derece iyi olmasına rağmen pek rahat bir yolculuk olmadığını belirtebilirim. Şoför çukurlara girmemek için sağ ve sol yaptığında aracın içerisinde ayakta durmayı bırakın, oturduğumuz yerde çok iyi tutunmamız gerekiyor. Yeni bir yol yapıyorlar, ama ne zaman biter belli değil. Biz, gezginiz ve her zaman şartların iyi olmayabileceğini biliyoruz. Hedefimiz, istediğimizi görmek. Bütün bunlara rağmen keyif almadığımızı söyleyemem. Yol boyunca gördüğüm yerleşim yerleri, bana Özbekistan hakkında Taşkent, Semerkant ve Buhara’dan farklı bir görüş açısı veriyor. Gördüğüm mezarlar, en çok dikkati çekenlerin başında geliyor. Toprak kazıldığında hemen su çıktığından, ölüler toprağa gömülemiyor ve toprağın üstüne konulup sanduka gibi kerpiçten mezarlar yapıyorlar. Tek tek görüntüleri pek bir şey ifade etmese de, toplu olarak çok farklı ve muhteşem görünüyorlar. Tamamen Özbekistan’a özgü bir görüntü.
Yol boyunda özellikle Amuderya ve Siriderya nehirleri üzerindeki köprüleri geçerken askeri kontrol noktaları var. Buralarda resim çekmek yasak. Bazı yerlerde de bu kontrol noktalarına rastlıyoruz, ama durdurup kontrol etmiyorlar.
Çöl daha çok bozkıra benziyor. Üzerinde saksuval denen ağaçları da görebiliyoruz. Özellikle nehir kıyısında seyrek de olsa yerleşim yerleri var.
SONUNDA BUHARA
Zerefşan nehrinin suladığı verimli bir arazide yer alan Buhara’nın adı, Farsça’da “gurur” anlamına geliyor ve bu adı da hak ediyor. Gerçekten çölün ortasında yeşillik ve tarihi değerleri ile gurur duyulacak bir şehir. Kuruluşunun 2500. yıldönümü 1997 yılında kutlanmış bu şehirdeki en önemli yapılar, 14. yüzyılda, Timuriler döneminde yapılmış. Tarihi merkezi de UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde.
Şehirde görülecek ve gezilecek yer o kadar çok ki nereden başlasam bilemiyorum. En iyisi Ark Kalesinden başlayayım. Nasıl olsa arkası gelir. 1747-1920 yıllarında hüküm süren Manghit hanedanlığı zamanında devlet yönetiminin merkezi durumunda olan Ark Kalesi içerisinde, zamanında Buhara emirinin sarayı, cami, yönetim binaları ve ceza evi bulunuyormuş. Registan Meydanı’na bakan ihtişamlı kapısının yanındaki iki kule, bu kapının görüntüsünü daha da muhteşem hale getiriyor. 1920 yılında Kızıl Ordu’nun topçu atışı ve hava saldırılarından ciddi bir şekilde hasar görmüş. İçerisinde görülecek fazla bir şey kalmamasına rağmen, kale kapı ve surları ile ihtişamını koruyor.
BİR TARİH VE KÜLTÜR MERKEZİBuhara’da ilk sıraya koyduğum ve hayranlıkla seyrettiğim, yanından ayrılamadığım eser, kesinlikle İsmail Samani Hanedanı Türbesi



Küçük ve uzaktan bakıldığında pek dikkati çekmeyen bir türbe. Ancak yanına yaklaşıp türbedeki işçiliğin inceliğini, sanatı, zeka pırıltılarını görünce gözlerime inanamıyorum. Tuğlalara bu kadar ince düşünülerek, büyük bir sanatkarlıkla olağanüstü şekiller verilmesi inanılacak gibi değil. Muhteşem, ihtişamlı, gösterişli bir sanat şaheserini seyretmenin verdiği keyfi, ancak onun yakınına gidip ona dokununca anlayabiliyoruz. Bu binayı anlayabilmek için görmek gerekir. İnsanı saran, kendine hayran bırakan, içine çeken üst düzey, soylu bir yapı. Bu binada bu üst düzey ve ender görülen sanata ulaşılırken yalnızca tuğla kullanılması, insanoğlunun ve Türklerin yaratıcılıkta ve sanatta ulaştığı noktayı göstermesi açısından önemli bir belge. 9 ve 10. yy. arasında inşa edilen bu türbe, Orta Asya’da kurutulmuş tuğladan yapılan en eski bina.
Efsaneye göre Eyüp peygamberin ziyaret ettiği Eyüp Çeşmesi Türbesi de,
görülecek yerlerden birisi. İçerisinde bulunan kuyudaki suyun hastalıklara iyi geldiğine inanılıyor.
Çatısındaki Harezm Mimarisine has koni şeklindeki kubbesi, karakteristik mimari özelliği.
Kitabesinde yazılanlara göre, 1127 yılında Karahanlılar tarafından Bako adlı bir mimara yaptırılan Kelan Minaresi, Müslümanları namaza davetin yanında, yönetimin güç ve otoritesini sembolize eden bir özelliğe sahip. Şehre gelen kervanların yollarını kolay bulması için minarenin tepesinde geceleri ateş yakılırmış. Tabanda 9 m., tepede ise 6 m. çapı ve 45.6 m. yüksekliği ile Buhara’nın sembolü haline gelmiş. Tepesine spiral şeklindeki 104 adet merdiven ile çıkılıyor.


Minarenin yanındaki Kalon Cami, bayram namazlarının kılınması için yapılmış büyük bir cami. Cami aynı anda 12.000 kişinin namaz kılabileceği büyüklükte. Dikdörtgen şeklinde inşa edilen caminin avlusunu 208 sütun üzerinde duran 288 kubbe çevreliyor.
Buhara’nın en büyük medreselerinden birisi olan Kukeltaş Medresesi, Leb-i Havuz’a bakan şekilde iki katlı ve 160 adet hücreden meydana gelmiş. Leb-i Havuz, 1620 yılında vezir Nadir Divan Bey tarafından yaptırılmış suni ve dekoratif bir havuz. Havuz, 42 m. uzunluğunda, 
36 m. genişliğinde olup derinliği yaklaşık 5 m.


Leb_i Havuz kenarındaki Nadir Divan Medresesi, ilk olarak 1622 yılında kervansaray olarak inşa edilmiş. Daha sonra İmankuli Han, kervansarayın medrese olması için gerekli talimatları vermiş. Ön yüzündeki çiniler ve kapısı üzerindeki kuş figürleri bu medreseye güzellik katmakta.


Buhara’nın merkezindeki en eski cami olan ve 12. yy.’da inşa edilen Mugak Attari Camisindeki süslü tuğla duvarcılığındaki ustalık ve eski çini işlemeciliğindeki sanat, dikkat çekecek kadar güzel.

Timur’un torunlarından Uluğ Bey tarafından inşa edilen üç medreseden birisi olan Uluğ Bey Medresesi, orijinalinde dört kubbe ve köşelerinde dört minareye sahip. Girişinde yazan “Bilgiyi öğrenme arzusu, her Müslüman erkek ve kadın için bir görevdir.” sözü Uluğ Bey’in bilime verdiği önemi göstermesi açısından son derece dikkat çekici.


Uluğ Bey Medresesi ile birlikte bir mimari bütünlük oluşturan Abbulaziz Han Medresesi , Uluğ Bey Medresesi’nin tam karşısına, 17. yüzyılın yarısında, ortası avlu, etrafında hücreler ve iki katlı olarak inşa edilmiş. Dekor olarak da Uluğ Bey Medresesi’nden daha dikkat çekici. Özellikle giriş kapısının vazo içerisinde açan çalı mozaikleri ile ihtişamlı görünüşü, insanı büyüler nitelikte.
Çok önceleri Registan Meydanı’nda sayısız güzel bina varken; bu gün sadece ayakta kalabilen Bolo Havuz Camisi . Büyüleyici güzelliği ile Merkezi Asya cami mimari tarzının klasik bir örneği. Tavan süslemelerindeki sanat ve ahşap sütunlar bu camiye farklılık ve özellik katmakta. Küçük minaresi ve havuz 1917 yılında ilave edilmiş.

Şu bir gerçek ki Buhara’da tarihi eserler kadar en çok dikkatimi çeken eser, Nasreddin Hoca’nın heykeli oluyor. Özbekler, Nasreddin Hoca’nın Özbek olduğunu iddia ederek Leb-i Havuz Meydanı’na, yani Buhara’nın tam ortasına eşeğine binmiş şekilde bir heykelini yapmışlar. Ama bu Hoca eşeğine düz binmiş, oldukça zayıf ve sportmen bir görünüşü var. Her hediyelik eşya satan dükkanda da üzerinde Nasreddin Hoca resmi olan hediyelik eşyalar satılıyor. Nasreddin Hoca’yı en az bizim kadar seviyorlar.
TİMUR’UN DOĞUM YERİ
Buhara’da gezilecek çok fazla tarihi eser var, hepsini bir seferde gezmeye zaman yetmez. Onun için sabah saatlerinde Buhara’dan ayrılmak ve Semerkant’a doğru yol almak zorundayım. Yolumun üzerindeki Timur’un doğduğu şehir olan Şehrisebz’e (Yeşil Şehir) uğruyorum. 2700 yıllık bir tarihe sahip bu şehirdeki en önemli eser, şüphesiz ki bugün yalnızca görkemli giriş kapısının duvarları duran ve Timur tarafından yaptırılıp 17. yüzyılda Buharalı Abdullah Han tarafından yıktırılan Ak Saray. Şu anda sarayın önündeki geniş meydanda Timur’un büyük bir heykeli duruyor. Heykele yüzümü döndüğümde görüntüsü, Ak Saray’ın kapısının tam ortasına düşüyor.


Diğer önemli tarihi buluntu da, Timur yaşarken kendisi tarafından yaptırılan türbesi. Yerin altında çok küçük bir alan içerisinde tek parça mermerden yapılmış bir lahitten meydana gelen son derece basit bir türbe. Merdivenlerle aşağı iniliyor. Sanki Timur’un mezarının bulunmasını önlemek maksadıyla gözlerden saklamak için yaptırılmış görüntüsü var. Ancak Timur buraya gömülmemiş. Türbesi Semerkant’ta bulunmakta.

Dorus-Siadet Türbesi’nde Timur’un iki oğlu Cihangir ve Ömer Şahların mezarları bulunmakta. Harezm usta ve mimarları tarafından yapılan bu türbe, Harezm mimari tarzının zamanımıza kadar gelen güzel bir yansıması. Kompleks içerisinde bulunan Gök Kümbet, mavi çinilerle kaplı kubbeleri ile dikkat çekici.
Şehrisebz’deki gezimi de tamamlayıp Semerkant’a doğru yola çıkıyorum. Bakalım dillere destan olan bu şehri nasıl bulacağım. Ancak daha yolum var, daha ne gibi sürprizlerle karşılaşırım bilemiyorum
Hoşça kalın.
Yazı ve fotoğraflar: Olay Salcan

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder