Tacik
ve Özbeklerin yaşadığı Buhara’ya araçla, Kızılkum Çölünü geçerek gidecek ve
yolum üzerindeki Amuderya (Ceyhun) Irmağını göreceğim. Buraları, tarih
kitaplarında okuduğum, ancak görmeyi bile hayal edemediğim yerler. Gezip
görmeye başlayıp da gezme mikrobu bize bulaşınca, gezme konusunda dayanılmaz
bir arzu duyma hastalığına yakalandım. Bunun tek tedavisi de gezmek, hep
gezmek. Bir yer görünce, başka yerler görme isteği ile yanıp tutuşmak ve tekrar
yollara düşmek. Öyle ya evde ayaklarını uzatıp televizyonda bunları seyretmek
varken buralarda ne işimiz var? Ama virüs bir kere bulaştı. Yapacak hiçbir şey
yok. Gezmekten başka.
ÇÖLÜ
GEÇİYORUM
Yol
450 km. ve normal şartlarda 5 saatlik yol. Ancak ben Buhara’ya geldiğimde tam
13 saat geçmişti. Çok kötü bir yol. Çoğu yeri toprak ve çukur içerisinde.
Aracımız son derece iyi olmasına rağmen pek rahat bir yolculuk olmadığını
belirtebilirim. Şoför çukurlara girmemek için sağ ve sol yaptığında aracın
içerisinde ayakta durmayı bırakın, oturduğumuz yerde çok iyi tutunmamız
gerekiyor. Yeni bir yol yapıyorlar, ama ne zaman biter belli değil. Biz,
gezginiz ve her zaman şartların iyi olmayabileceğini biliyoruz. Hedefimiz,
istediğimizi görmek. Bütün bunlara rağmen keyif almadığımızı söyleyemem. Yol
boyunca gördüğüm yerleşim yerleri, bana Özbekistan hakkında Taşkent, Semerkant
ve Buhara’dan farklı bir görüş açısı veriyor. Gördüğüm mezarlar, en çok dikkati
çekenlerin başında geliyor. Toprak kazıldığında hemen su çıktığından, ölüler
toprağa gömülemiyor ve toprağın üstüne konulup sanduka gibi kerpiçten mezarlar
yapıyorlar. Tek tek görüntüleri pek bir şey ifade etmese de, toplu olarak çok
farklı ve muhteşem görünüyorlar. Tamamen Özbekistan’a özgü bir görüntü.
Yol
boyunda özellikle Amuderya ve Siriderya nehirleri üzerindeki köprüleri geçerken
askeri kontrol noktaları var. Buralarda resim çekmek yasak. Bazı yerlerde de bu
kontrol noktalarına rastlıyoruz, ama durdurup kontrol etmiyorlar.
Çöl
daha çok bozkıra benziyor. Üzerinde saksuval denen ağaçları da görebiliyoruz.
Özellikle nehir kıyısında seyrek de olsa yerleşim yerleri var.
SONUNDA
BUHARA
Zerefşan
nehrinin suladığı verimli bir arazide yer alan Buhara’nın adı, Farsça’da
“gurur” anlamına geliyor ve bu adı da hak ediyor. Gerçekten çölün ortasında
yeşillik ve tarihi değerleri ile gurur duyulacak bir şehir. Kuruluşunun 2500.
yıldönümü 1997 yılında kutlanmış bu şehirdeki en önemli yapılar, 14. yüzyılda,
Timuriler döneminde yapılmış. Tarihi merkezi de UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde.
Şehirde
görülecek ve gezilecek yer o kadar çok ki nereden başlasam bilemiyorum. En
iyisi Ark Kalesinden başlayayım. Nasıl olsa arkası gelir. 1747-1920 yıllarında
hüküm süren Manghit hanedanlığı zamanında devlet yönetiminin merkezi durumunda
olan Ark Kalesi içerisinde, zamanında Buhara emirinin sarayı, cami, yönetim
binaları ve ceza evi bulunuyormuş. Registan Meydanı’na bakan ihtişamlı
kapısının yanındaki iki kule, bu kapının görüntüsünü daha da muhteşem hale
getiriyor. 1920 yılında Kızıl Ordu’nun topçu atışı ve hava saldırılarından
ciddi bir şekilde hasar görmüş. İçerisinde görülecek fazla bir şey kalmamasına
rağmen, kale kapı ve surları ile ihtişamını koruyor.
BİR
TARİH VE KÜLTÜR MERKEZİBuhara’da
ilk sıraya koyduğum ve hayranlıkla seyrettiğim, yanından ayrılamadığım eser,
kesinlikle İsmail Samani Hanedanı Türbesi
Küçük ve uzaktan bakıldığında pek dikkati çekmeyen bir türbe. Ancak yanına yaklaşıp türbedeki işçiliğin inceliğini, sanatı, zeka pırıltılarını görünce gözlerime inanamıyorum. Tuğlalara bu kadar ince düşünülerek, büyük bir sanatkarlıkla olağanüstü şekiller verilmesi inanılacak gibi değil. Muhteşem, ihtişamlı, gösterişli bir sanat şaheserini seyretmenin verdiği keyfi, ancak onun yakınına gidip ona dokununca anlayabiliyoruz. Bu binayı anlayabilmek için görmek gerekir. İnsanı saran, kendine hayran bırakan, içine çeken üst düzey, soylu bir yapı. Bu binada bu üst düzey ve ender görülen sanata ulaşılırken yalnızca tuğla kullanılması, insanoğlunun ve Türklerin yaratıcılıkta ve sanatta ulaştığı noktayı göstermesi açısından önemli bir belge. 9 ve 10. yy. arasında inşa edilen bu türbe, Orta Asya’da kurutulmuş tuğladan yapılan en eski bina.
Efsaneye
göre Eyüp peygamberin ziyaret ettiği Eyüp Çeşmesi Türbesi de,
görülecek yerlerden birisi. İçerisinde bulunan
kuyudaki suyun hastalıklara iyi geldiğine inanılıyor.
Çatısındaki Harezm
Mimarisine has koni şeklindeki kubbesi, karakteristik mimari özelliği.
Kitabesinde
yazılanlara göre, 1127 yılında Karahanlılar tarafından Bako adlı bir mimara yaptırılan
Kelan Minaresi,
Müslümanları namaza davetin yanında, yönetimin güç ve otoritesini sembolize
eden bir özelliğe sahip. Şehre gelen kervanların yollarını kolay bulması için
minarenin tepesinde geceleri ateş yakılırmış. Tabanda 9 m., tepede ise 6 m.
çapı ve 45.6 m. yüksekliği ile Buhara’nın sembolü haline gelmiş. Tepesine
spiral şeklindeki 104 adet merdiven ile çıkılıyor.
Minarenin
yanındaki Kalon Cami, bayram namazlarının kılınması için yapılmış büyük bir cami.
Cami aynı anda 12.000 kişinin namaz kılabileceği büyüklükte. Dikdörtgen
şeklinde inşa edilen caminin avlusunu 208 sütun üzerinde duran 288 kubbe
çevreliyor.
Buhara’nın
en büyük medreselerinden birisi olan Kukeltaş Medresesi, Leb-i
Havuz’a bakan şekilde iki katlı ve 160 adet hücreden meydana gelmiş. Leb-i
Havuz, 1620 yılında vezir Nadir Divan Bey tarafından yaptırılmış suni ve
dekoratif bir havuz. Havuz, 42 m. uzunluğunda,
36 m. genişliğinde olup
derinliği yaklaşık 5 m.
Leb_i
Havuz kenarındaki Nadir Divan Medresesi, ilk olarak 1622 yılında kervansaray olarak
inşa edilmiş. Daha sonra İmankuli Han, kervansarayın medrese olması için
gerekli talimatları vermiş. Ön yüzündeki çiniler ve kapısı üzerindeki kuş
figürleri bu medreseye güzellik katmakta.
Buhara’nın
merkezindeki en eski cami olan ve 12. yy.’da inşa edilen Mugak Attari Camisindeki
süslü tuğla duvarcılığındaki ustalık ve eski çini işlemeciliğindeki sanat,
dikkat çekecek kadar güzel.
Timur’un
torunlarından Uluğ Bey tarafından inşa edilen üç medreseden birisi olan Uluğ
Bey Medresesi, orijinalinde dört kubbe ve köşelerinde dört minareye sahip. Girişinde yazan “Bilgiyi öğrenme arzusu, her Müslüman erkek
ve kadın için bir görevdir.” sözü Uluğ Bey’in bilime verdiği önemi
göstermesi açısından son derece dikkat çekici.
Uluğ
Bey Medresesi ile birlikte bir mimari bütünlük oluşturan Abbulaziz Han
Medresesi ,
Uluğ Bey Medresesi’nin tam karşısına, 17. yüzyılın yarısında, ortası avlu,
etrafında hücreler ve iki katlı olarak inşa edilmiş. Dekor olarak da Uluğ Bey Medresesi’nden
daha dikkat çekici. Özellikle giriş kapısının vazo içerisinde açan çalı
mozaikleri ile ihtişamlı görünüşü, insanı büyüler nitelikte.
Çok
önceleri Registan Meydanı’nda sayısız güzel bina varken; bu gün sadece ayakta
kalabilen Bolo Havuz Camisi . Büyüleyici güzelliği ile Merkezi Asya cami
mimari tarzının klasik bir örneği. Tavan süslemelerindeki sanat ve ahşap
sütunlar bu camiye farklılık ve özellik katmakta. Küçük minaresi ve havuz 1917
yılında ilave edilmiş.
Şu
bir gerçek ki Buhara’da tarihi eserler kadar en çok dikkatimi çeken eser,
Nasreddin Hoca’nın heykeli oluyor. Özbekler, Nasreddin Hoca’nın Özbek olduğunu
iddia ederek Leb-i Havuz Meydanı’na, yani Buhara’nın tam ortasına eşeğine
binmiş şekilde bir heykelini yapmışlar. Ama bu Hoca eşeğine düz binmiş, oldukça
zayıf ve sportmen bir görünüşü var. Her hediyelik eşya satan dükkanda da
üzerinde Nasreddin Hoca resmi olan hediyelik eşyalar satılıyor. Nasreddin
Hoca’yı en az bizim kadar seviyorlar.
TİMUR’UN
DOĞUM YERİ
Buhara’da
gezilecek çok fazla tarihi eser var, hepsini bir seferde gezmeye zaman yetmez.
Onun için sabah saatlerinde Buhara’dan ayrılmak ve Semerkant’a doğru yol almak
zorundayım. Yolumun üzerindeki Timur’un doğduğu şehir olan Şehrisebz’e (Yeşil
Şehir) uğruyorum. 2700 yıllık bir tarihe sahip bu şehirdeki en önemli eser,
şüphesiz ki bugün yalnızca görkemli giriş kapısının duvarları duran ve Timur
tarafından yaptırılıp 17. yüzyılda Buharalı Abdullah Han tarafından yıktırılan
Ak Saray.
Şu anda sarayın önündeki geniş meydanda Timur’un büyük bir heykeli duruyor. Heykele yüzümü döndüğümde görüntüsü, Ak
Saray’ın kapısının tam ortasına düşüyor.
Diğer
önemli tarihi buluntu da, Timur yaşarken kendisi tarafından yaptırılan türbesi. Yerin
altında çok küçük bir alan içerisinde tek parça mermerden yapılmış bir lahitten
meydana gelen son derece basit bir türbe. Merdivenlerle aşağı iniliyor. Sanki
Timur’un mezarının bulunmasını önlemek maksadıyla gözlerden saklamak için
yaptırılmış görüntüsü var. Ancak Timur buraya gömülmemiş. Türbesi Semerkant’ta
bulunmakta.
Dorus-Siadet
Türbesi’nde Timur’un iki oğlu Cihangir ve Ömer Şahların mezarları bulunmakta.
Harezm usta ve mimarları tarafından yapılan bu türbe, Harezm mimari tarzının
zamanımıza kadar gelen güzel bir yansıması. Kompleks içerisinde bulunan Gök
Kümbet,
mavi çinilerle kaplı kubbeleri ile dikkat çekici.
Şehrisebz’deki
gezimi de tamamlayıp Semerkant’a doğru yola çıkıyorum. Bakalım dillere destan
olan bu şehri nasıl bulacağım. Ancak daha yolum var, daha ne gibi sürprizlerle
karşılaşırım bilemiyorum
Hoşça
kalın.
Yazı ve fotoğraflar: Olay Salcan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder