14 Kasım 2024 Perşembe

NENE EVLERİ

Bundan birkaç sene öncesinde Çanakkale’deki kardeşlerimi ziyarete gittiğimde Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan yeğenim beni civardaki bir köye götürmek istediğini ve orada göreceklerimden keyif alacağımı söyleyerek bir davette bulunmuştu. Ancak zaman kısıtlılığı nedeni ile bu davete katılamamıştım.

Bu sene yazında yolum tekrar Çanakkale’ye düşünce ben de programıma bu köyü aldım. Böylece köyü tanıyacak ve uzun süredir devam eden merakımı giderecektim.

Neyse kısa kesip biz köye olan gezimize dönelim ve sizlere gördüklerimi anlatmaya çalışayım.

Anadolu, eşsiz zenginlikleri ile insanı şaşırtmaya devam eden, çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış kutsal topraklardır. Dünyada hiçbir ülke bu konuda Anadolu ile yarışamaz. İnsanlık ve medeniyetinin tarihine yön vermiş ve buluntularla elde edilen bilgilerin ışığı altında zaman zaman yazılanların değişmesine büyük katkılar sağlamış ve sağlamaya devam etmektedir. Tarihi kendi çıkarları doğrultusunda yazanların duyduğu rahatsızlığa rağmen yine de tarihe gerçekçi bir ışık tutmaktadır. Anadolu, bir tarihi gerçekler bütündür ve gerçekler hiçbir zaman saklanamaz.

Bu yazımda sizlere Göbeklitepe’den, Roma İmparatorluk harabelerinden, Greek medeniyetlerinden kalan ören yerlerinden yada Osmanlı ve Selçuklu izleri olan herhangi bir eserden söz etmeyeceğim.

Bu gün size son derece mütevazi ve hatta çok basit bir yapı topluluğundan söz edeceğim.

Bu evler, Çanakkale’in Ayvacık ilçesindeki Assos ören yerinin yakınlarındaki Çamkabalak köyünde bulunmakta. Gerçekten son derece basit yapılmışlar; usta bir duvarcının ellerinden çıkmadıkları bir bakışta anlaşılıyor. İnşaası için büyük paralar harcanmadığı, doğadaki taş, ahşap ve toprak kullanılarak, yörede yaşayan yapı ustaları tarafından inşa edildikleri bir gerçek.

Köyün meydanına geldiğimizde bu evlerden herhangi birisini hemen göremedik. Çünkü biraz yürümemiz gerekiyordu. Seneler içerisinde terk edilen ve yok olmaya bırakılan bu değerler toplu halde değiller ve köyün içerisinde dağılmış durumdalar.

Bu evlerin inşası yakın zamanda gerçekleşmiştir. Köyün bulunduğu yerdeki ilk yerleşim süreci, Çamkabalak Köyü olarak 20. yy. da Kazdağları’nda yaşayan konar-göçer grupların zorunlu iskana tabi tutulması ile gerçekleştirilmiştir. Yeğenimin ifadesine göre; köy halkı ile yapılan görüşmelerden bu evlerin ilk inşasının, 1950 yılları olduğu sonucuna varılmıştır. Çok eski bir geçmişe sahip olmamalarına rağmen Anadolu’da mevcut olan yaşamlardan farklı bir kesit olmaları açısından değerli yapıt oldukları kanaatini taşımaktayım. Biz, Hitit, Hatti, Greek, Urartu’dan kalma saraylar, kervansaraylar, camiler, köprüler derken çok yakın bir geçmişten kalma akla gelmedik yapılarla karşılaşıyoruz.

Bu yapıların arkeolojik kalıntılar olup olmadığına arkeologlar karar verebilir ama gerçeklilikleri yadsınamaz.

Hali hazırda toplam 175 kişinin yaşadığı köyün geleneksel halı ve kilim dokumacılığı ile geçimlerini sağlamaya çalışan köy halkı, bunlara ilaveten küçük ve büyük baş hayvancılık ve tarım ile de hayatlarına devam etme gayreti içerisindedir.

Durup etrafa baktığımda, köyün yerleşik alanı içerisinde dağınık şekilde yerleştirilmiş Anadolu’ya özgü konutlar, bunların etrafını saran bahçeler ve hayvanları için gerekli olan ağılları görüyorum. Hala bir Nene Evi göremedim. Köyün içerilerine doğru yürümem gerekiyor. Bu günün şartlarına uygun olarak inşa edilmiş bu evler benim ilgi alanım değiller.

Tam o sırada yeğenim bana seslenerek parmağı ile bir yeri işaret ediyor. İlk seferde gördüğüm taştan örülmüş yaklaşık 2.50 metre yüksekliğinde bir duvar. Ancak yanına doğru yaklaştığımda görüntü netleşiyor ve ortaya bir duvarı ve çatısı çökmüş ufak çapta bir bina çıkıyor. Köyde ilk gördüğüm Nene Evi de bu oluyor.

Binaya doğru yaklaşırken yeğenimin verdiği bilgilerden, Çamkabalak Köyü’nde yürütülen tespit çalışmaları sonucunda 8 adet Nene Evi’nin günümüze kadar tüm doğal olaylara ve insanların verdiği tahribatlara karşı koyarak ayakta kaldıkları öğreniyorum.

Sohbetimizde bu evlerden 2 adedinin halihazırda sahipleri tarafından aktif olarak kullanıldığını; geri kalan 6 adedinin sahiplerinin ölümü nedeni ile kullanım dışı kaldığını ve bunların da kısmen ya da tamamen tahrip olmuş durumda olduklarını sözlerine ilave diyor.

Nene Evler, düğünden sonra yeni evlilerin barınma ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla 1 yıllık bir süre içerisinde damadın babasının sorumluluğu altında tek katlı, tek mekanlı ve dörtgen olarak inşa ediliyorlar.

Binanın ölçüleri, 555 cm. x 530 cm. x 215 cm. duvar kalınlığı 60 cm. dir. Binanın dış yüzeyi sıvanmamış olup iç yüzeyleri kil kullanılarak elde edilmiş sıva ile sıvanmıştır. Gördüğüm kadarı ile Nene Evleri’nde 2 adet küçük ölçekli pencere, biri dışarıda olmak üzere 3 adet niş, ahşap hela ve de 1 adet kapı bulunmaktadır.

Nene Evleri’nin üstü, killi toprak ve otların karışımı ile elde edilmiş, yöre halkının çorak adını verdikleri 60 cm. kalınlığında, ahşap kirişlerle desteklenmiş bir tabaka ile örtülmektedir.

Esas amacı barınma olmakla beraber yaklaşık 16 metrekare olarak inşa edilen bu evlerde barınmanın yanında, beslenme, yıkanma, saklanma ve üretim ihtiyaçlarını karşılamak da düşünülmüş olup buna göre planlanarak yapılmışlardır. Üretim olarak kullanılan dokuma tezgahları, bu evlerin içinde özel bir yere sahiptir.

Evlerde yaşayanlardan hayvancılıkla geçimlerini sağlayanların evlerinin dışına, yapının ön duvarına bitişik olarak taşlardan yapımış oldukları küçükbaş hayvan ağılı dikkatimizi çeken bir ayrıntı oluyor.

Bugünkü görüntüleri hiç de hoş bir manzara arz etmeyen Nene Evleri, yöre insanının göçebe hayat tarzı olan çadırdan sofasız tek odalı geleneksel konuta geçişinin güzel bir örneğidir.

Bu evler, o zamanki konut mimarisinin de bu güne kadar gelmiş canlı belgeleridir.

Doğal olaylar, terk edilmişlik ve bunlara olan ilginin azlığından dolayı büyük tahribata uğrayarak günümüze kadar harabe olarak gelmiş bu evlerin yok olma tehlikesi içerisinde olmaları da acı bir gerçektir.

Nene Evleri’nin Troya’dan günümüze kadar gelen geleneksel konutlar oldukları göz önüne alındığında, Anadolu’nun zenginliklerinden oldukları gerçeği de göz ardı edilmemelidir.

Nene Evleri’ni görüp fotoğraflarını çektikten sonra Çamkabalak Köyü’nden ayrılmanın zamanı geldi. Aracımıza dönerken yol üzerinde rastladığımız iki genç bayanla konuşmaya başlıyoruz. Bu sırada oldukça yaşlı iki bayan da, ellerindeki değneklere dayanarak ağır adımlarla bize doğru geliyorlar. Daha sonra da iki kız çocuğu, bize katılıyor. Tam arayıpta bulamadığımız bir durum. Üç nesil bir arada. Yaşlı kadınlar, Nene Evleri’nin varlığından bu güne kadar onlarla beraber yaşamış birer tarih. Kıyafetleri, Nene Evleri’nin yapıldığı tarihteki yöresel renkli kıyafetler. Genç bayanlar ise tişort ve şalvarlı. Çocuklar ise bu güne uymuşlar. Üç nesil, bir arada ve bu nesiller arasındaki fark ortada.

Onlara ve Çamkabalak’a hoşça kalın diyerek köyden ayrılıyoruz ama içimde buruk bir tad var.

Hoşça kalın.

olay.salcan@gmail.com

olaysalcan.blogspot.com

(1)Dr.Öğr.Üyesi Erdem Salcan Kuzey Ege Kırsalında Süregelen Bir Geleneksel Konut Geleneği:Çamkabalak Köyü Nene Evleri

Fotoğraf Galerisi:















9 Nisan 2024 Salı

Doğanbey Köyü

Bazen insanın içini afakanlar basar, daralırsınız, uyku dahi tutmaz. Bir tarafta ekonomik sıkıntılar, artan ihtiyaçlara yetişememe, bitmeyen istekler, iş bulamamak, çarşı pazarda devamlı artan fiyatlar, çevre kirliliği, gürültü, karmaşa, trafik, gönül işleri, okul taksitleri, kız ya da oğlan evlenecek ama para yok, ödenecek senetler, elektrik, internet, su faturaları, apartman aidatları, bir de bunlar yetmezmiş gibi salgın.
Yukarıda yazdıklarım günlük hayatımızdan kesitler. Bunlardan birini ya da birkaçını belli bir azınlık dışında yaşamayan var mıdır acaba?
Bu afakanlar bastığında ve daraldığınızda yeter artık her şeyden uzak kafamı dinleyeceğim bir yere gideyim de kısa da olsa biraz rahat edeyim dediğiniz zamanlar olmuştur.
Ama nereye?
Böyle bir yeri biliyorum. İsmini de yazının başlığında yazdım.
Şimdi size bu şirin beldenin yerini yazacağım ve onunla ilgili kısa bilgi de vereceğim.
Doğanbey köyü, Aydın ili Söke ilçesine 30 km. uzaklıkta, Milet ve Priene gibi antik uygarlıkların merkezindeki Mykale dağlarının (Dilek Dağları) bir yamacına konuşlandırılmıştır. Mübadelede Yunanistan’a göç eden Rumların yaşadığı köydür. Rumların zamanında ismi odalar anlamına gelen Domatia iken buraya yerleştirilen göçmenlerle beraber adı, Doğanbey olarak değiştirilmiştir.
80’li yıllarda ise köy sakinleri, verimsiz ve rüzgarlı yamaç topraklarında tarım yapamadıklarını ileri sürerek deniz kıyısına inmeye karar vermişler ve kendilerine yarattıkları bu yeni yaşam alanına Yeni Doğanbey ismini koymuşlar.
Terk edilmişliğin doğal sonucu olarak doğa şartlarına zaman içerisinde karşı koyamayan evlerden bir kısmı, yıkılmış bir kısmı da harap bir halde ayakta kalabilmiştir. Sakin ve huzur içerisinde yaşamayı arzu edenlerden bazılarının buradaki harap evleri Rum mimari tarzında restore etmelerinden sonra; köy, eski güzelliğine kavuşarak Ege ve hatta Anadolu’nun en karakteristik, kendine özgü köylerinden biri haline gelmiştir.
Ben Doğanbey köyüne bilerek gitmedim. O gün İzmir’den o tarafa Milet ve Priene antik şehirlerini gezmeye gitmiştim. Programımda bu köye uğramak yoktu. Uzun bir yaz günü olmasına rağmen İzmir’e gidiş geliş ve iki antik şehri gezmenin tam günümüzü alacağını ve programımızı dolduracağını düşünüyordum. Ancak düşündüğümden daha kısa zamanda programı tamamladık ve buraya kadar gelmişken ve daha fazla uzaklaşmadan fazladan bir yer görebilir miyiz derken köyün yol tabelasını gördüm ve direksiyonu o tarafa kırdım.
Bazen görmeyi arzu ettiğiniz bir yere giderken daha öncesinde detaylı, zaman alan bir çalışma ve arkasından planlama yaparsınız. Ya da yol tabelalarına kendinizi bırakır onlardan birisinin içgüdülerinize dürtüsüne uyarsınız. Anadolu’da bu tabelaları takip ettiğinizde son derece güzel doğallıklar, kültürel ve tarihi zenginlikler görme şansınız çok yüksek. Hepsi birbirinden değişik ve karakteristik özelliklere sahip bu yerler bakımından Anadolu dünyadaki en zengin bölge. O tabelaları takip edin hiç pişman olmazsınız.
Köye geldiğimizde araçla köyün içine kadar giremediğimizden aracı boş bir alana park ettik ve köye doğru yürümeye başladık.
Üzerimize çeki düzen verdik. Köyden neşeli kahkahalar ve müzik sesleri geliyordu. Bulunduğumuz yerden göremediğimiz kalenin ve köyün sahibi olan derebeyinin güzeller güzeli kızının bu gün doğum günü idi. Derebeyinin kızı için düzenlediği doğum günü partisine biz de davetli idik. Kaleyi gördük ve içeri girdik. Neşeli bir kalabalık ve kulağa hoş gelen bir müzik. Dans edenlerin arasına katılıyor ve çılgınca eğleniyoruz.
Merhaba hoş geldiniz diye bize hitap eden köy sakinin sesi ile kendimize geliyor ve Doğanbey’de şimdiki zamanda yaşadığımızı anlıyoruz.
Köy uzaktan bizi sihirli havası içerisine alarak büyülendiği için ilk anda bu hayale kapılmamak mümkün değil. Arnavut kaldırımları üzerinde yürürken bu sihirli hava kısa bir süreliğine de olsa bizi başka bir zamana ışınlıyor.
Mikale Dağı’ndan gelen dağ rüzgarının, denizden gelen Akdeniz esintisi ile karışımından oluşan baş döndürücü kokteyli solurken; taş duvarlardan oluşan sokaklarında dolaşmanın o huzur verici rahatlığını içimize sindiriyoruz.
Restore edilmiş, yıkılmış ya da yarı yıkılmış taş binalar bu köyün kendine has muhteşem cazibesi. Bir de bunlara renk veren zakkum ve begonvillerin beraberliği, ortaya çıkan resmin göze daha da hoş gelen görüntüsü.
Yakın bir tarihe sahip bu köyün görüntüsü, sanki ortaçağı yansıtan yağlı boya tablolar gibi. Batmakta olan güneşin her taş duvara vuran renklerini hissederek en büyük iki sanatkar insan ve doğanın müştereken yarattıkları muhteşem bir tablo. Bu kadar çok farklı renkler kullanılarak ortaya konulan bu tablonun içerisinde yaşayarak sokakları gezmek heyecan verici bir rüya gibi.
Anadolu’nun bir çok köyünde görmeye alıştığımız asırlık ağaçları burada da görmek, eski bir dosta rastlamış gibi. Burada yaşanmış acı, mutluluk, aşk ve heyecanlara tanık olmuş bu ağaçların dili olsa da bize her şeyi anlatabilseler. Bunun imkanı olmadığından, burada yaşanmış hayatları ancak hayallerimizde canlandırıyoruz.
Sessizliğin hüküm sürdüğü bu köyün sokaklarındaki huzur içerisinde kendinden geçercesine uykuya dalmış kediler de hayatlarından memnun. Sokak aralarında hafif bir esinti şeklinde dolaşan rüzgarın sesine eşlik eden kuş seslerinin duvarlardan yasayarak kulağımıza gelen nağmelerinin bize verdiği çeşitli duygular içerisinde kendine özel bir yerde bulunduğumuzun farkına varmamak imkansız.
Anadolu, her seferinde insanı şaşırtacak kadar çok sürprizlerle dolu. Sahip olduğu zenginliler saymakla bitmez, gezmekle tükenmez ve de bir hayata sığmaz.
Doğanbey de, işte bu zenginliklerden birisi hatta örneğinin en fark yaratanı. Anadolu’nun yakın tarihini yansıtmasına rağmen doğa ve insanın ortaklaşa sanat eseri. Büyük bir kazanım. Görülmesi gereken bir belde.
Priene ve Milet gibi antik şehirleri ziyaret etmeyi planladığınızda bu köyü de planınıza dahil ederek programınızı ona göre yapın. Ancak benim önerim, yalnızca Doğanbey’e gitmek ve orada geceleyecek şekilde kalmanızdır.
Hoşça kalınız.

olay.salcan@gmail.com
olaysalcan.blogspot.com

Fotoğraf Galerisi:
















4 Nisan 2024 Perşembe

Miletos (Milet) Antik Kenti

Didim’deki Apollon Tapınağı’nı ziyareti planlıyorsanız 20 km. kadar ilerisinde bulunan Miletos (Milet) Antik Kenti ile buraya çok yakın olan Priene Antik Kentini de ziyaret etme şansını da yakalamış olursunuz.
Bonus olarak da Rumlar’ın mübadele sırasında terk ettiği civardaki Doğanbey Köyü’ne uğrayıp güzel bir gezintiyi takiben; çınarın altında son derece güzel bir ortamda, huzur ve sessizliği dinleyerek bir bardak çay içebilirsiniz. Bu da, çok eski çağlardan yakın zamana doğru bir yürüyüşün keyifli bir sonu olur.
Tüm yorgunluğunuzu attıktan sonra dinlenmiş olarak aracınızla evin yolunu tutarsınız. Akşam saatlerinde eve geldiğinizde güzel bir yemekten sonra dinlenirken yoğun, ancak keyifli bir günü yaşadığınızı daha iyi anlarsınız. Bir fincan kahveden sonra zamanda yolculuk yaptığınızın fark edersiniz. Bir zaman diliminden diğerine ışınlanmış gibi hisseder insan kendini.
Esasında dünyada bu gibi yerleri bir günde gezebilen nadir insanlardan birisiniz. Bunu Anadolu’da yaşadığınız için yapabiliyorsunuz. Yani tam bir ayrıcalık. Anadolu’da yaşamak şans ya da tesadüf değildir; atalarımızın bize armağanıdır. Bu armağanı çok iyi kullanmak ve korumak hepimizin görevidir.
Şunu unutmayın ki, dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar dar bir alanda farklı ve geçmişleri 5.000 yıl evveline kadar geriye giden bir iki medeniyeti değil bundan çok daha fazlası olan medeniyetleri göremezsiniz. Çünkü Anadolu bu bakımdan dünyanın en zengin ülkesidir. Diğer ülkeler ile kıyaslandığında açık ara öndedir.
Ben sadece yer yüzeyine kazılarla çıkarılmış kalıntılardan söz ediyorum. Bir de hala toprağın altında, toprağın üstündekinden daha fazla tarihin bilinmeyenlerine ışık tutacak ya da tarihin yeniden yazılmasına neden olacak kalıntılar var. Gün geçmesin ki yeni bir kazı çalışma faaliyetinin haberini medyada görmeyelim.
Bu yazımda sizlere Milet Antik Kenti’nden kısaca bahsedeceğim. Zamanının en önemli ve tarihin akışını değiştirmiş şehirlerinden birisidir Milet. Bu gün yüzüne çıkarılmış harabeleri gezerken bu gerçeği göz önünde bulundurmakta fayda vardır.
İyon medeniyetinin Anadolu kıyısındaki en büyük ve önemli liman kentlerinden birisi olan klasik Yunanca’da Miletos, Latince’de Miletus olarak bilinen Milet, tarihçi Heredot’a göre İyonya’nın mücevheridir.
Tarihi M.Ö. 3.500 yıllarına kadar geriye giden bu 5.500 yıllık, dikey ızgara sistemi temelli şehir mimari yapısı uygulanan kent, çağımız şehirlerine de örnek olacak niteliktedir. Deniz aşırı kolonileri ile zenginleşen şehir, en parlak dönemini M.Ö. 8. ve 7. yy. yaşar. M.Ö 546’da Persler tarafından işgal edilmesinden daha sonra da Roma Dönemi’nde bağımsız bir şehir olarak varlığını devam ettirir. Ancak, zamanla, Ege’deki pek çok antik kent gibi Büyük Menderes nehir ağzının çoğu kez değişmesi ve toprakların alüvüyonlarla dolması sonucu denizle olan bağlantısını yitirerek ticari açıdan zayıflayıp önemini yitirir.
Milet şehrine, ‘Filozoflar Şehri’ de denilmektedir. Gerçek anlamda tarihin ilk filozofları kabul edilen ve felsefe tarihinde çok önemli bir yerde bulunan Thales, Anaksimenes ve Anaksimandros, Milet’te yetişmişlerdir. Öyle ki o yıllarda (M.Ö. 600 – 550) kendilerine Fizikçiler Okulu denilen okul da açmışlardır. Bu nedenle eskiden beri şehire Filozoflar Şehri adı verilmiştir.
En parlak dönemlerinde kent, 4 büyük limana sahipti. Bu da şehrin hem askeri ve hem de ticari olarak ne kadar önemli bir şehir olduğunu göstermektedir. İki limanın girişi, 2 aslan heykeli arasına bağlanan zincir ile kapatılıyordu. Bu aslan heykelleri nedeni ile Aslanlı Liman diye adlandırılmışlardır. Üçüncü liman, Athena tapınağına yakınlığından dolayı Athena limanı adını almıştır. Kentin doğusundaki kumsal kıyı, ise dördüncü liman olmuştur.
Milet ile ilgili ilk yazılı kaynaklar, Geç Bronz Dönemi’ne ait olup Hitit kaynaklıdırlar. Hitit Kralı olan II. Murisili’nin vaka namelerinde Milet’in adı Millawanda şehri olarak geçmektedir. Bu yazılı belgelerden Milet şehrinin o zamanlar bir Hitit şehri olduğu anlaşılmaktadır.
Bir koloni olarak kurulan Milet, M.Ö. 6 ncı yüzyılın birinci yarısında Karadeniz kıyısında bulunan Trabzon, Sinop ve Kırım’ı da içine alan 90 adet koloni şehri kurarak bir deniz imparatorluğu haline gelmiştir.
Milet, Lidya’nın gelişmesine paralel olarak Lidya Kralı ile olan mevcut bağlarını kuvvetlendirmiştir. Ancak M.Ö. 547’de Lidya Kralı Kroesus’un Pers Akiment İmparatorluğu’na mağlup olması ile birlikte Pers İmparatorluğu’nun hakimiyeti altına girmiştir.
Milet, M.Ö. 304’de Büyük İskender tarafından Perslerin elinden alınmıştır. Büyük İskender’in ölümünden sonra da M.Ö.313’de Antigones ve M.Ö. 301’de Selevkidler tarafından zapt edilmiştir.
M.Ö. 133’de Bergama Kralı’nın ülkesini Roma İmparatorluğu’na miras olarak bırakmasının sonucu olarak da Roma İmparatorluğu’nun idaresi altına girmiştir.
Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı Roma İmparatorlukları olarak bölünmesinden sonra Doğu Roma İmparatorluğu’nun yönetimi altında kalmıştır.
11.yüzyıl sonlarında Selçuklular’ın Anadolu’yu işgal etmeleri ile birlikte Türkmen göçmenler Ege Kıyılarına yerleşmeye başlamışlardır. Selçuklular zamanında Milet Limanı, yine Venedikliler ile ticaret yapmak maksadıyla kullanılmıştır. Birinci Haçlı Seferi’nden sonra Bizanslılar tarafından Ege kıyıları tekrar zapt edilmiştir.
Selçukluların Moğollar’a Kösedağ savaşında yenilmelerinden sonra Milet, Menteş Oğulları’nın eline geçmiştir.
En sonunda da Osmanlıla’ın eline geçmiştir.
Milet’in tarihi çok ama çok kısa olarak bu kadar. Şimdi şehirden zamanımıza kadar kalıntı olarak gelebilmiş belli başlı eserlere bakalım.
Kentte ilk girişte sizleri Helenistik dönemde 5300 kişilik olarak inşa edilen, daha sonra Roma döneminde 15 bin kişilik kapasiteye ulaştırılan, Yunan-Roma tipinin en güzel örneklerinden biri olan Milet tiyatrosu karşılar. Sahnenin ayakta kalan parçaları ve katlar arasındaki galeriler, tiyatronun en şaşalı zamanındaki atmosfer ve enerjisini canlı tutmaktadır. Tiyatrodaki tonozlu geçitler ise çok iyi korunmuşlardır.
Bouleuterion (meclis binası) M.Ö. 175-164 yıllarında yapılarak Apollon, Hestia (Ocak Ateşi Tanrıçası) ve halka adanmıştır. Oturma yerleri tiyatroda olduğu gibi geniş yarım daire şeklindedir ve 1500 kişi alma kapasitesine sahiptir. Kendi türünün en görkemlisidir ve daha sonra bu yapıya bir de sahne eklenmiştir.
Kent merkezinde üç katlı inşa edilmiş ve Nymphaion adı verilen anıtsal kent çeşmesi bulunmaktadır.
Ayrıca Anadolu’daki en büyük Roma hamamlarından biri olan Fauistina Hamamları’nın kalıntıları, bu kentte mevcut kalıntılar içerisinde en göze çarpanıdır. Hamamın içindeki havuzun hemen yanı başında Maiandrios (Nehir Tanrısı) heykeli ile aslan figürlerinin kopyası bulunmaktadır. Kopya da olsa bu heykelin varlığı buraya bambaşka bir hava vermektedir.
Athena Tapınağı, M.Ö. 5. yüzyılda inşa edilen anıt bir tapınaktır. Ayrıca şehrin en eski binasıdır.
Kaldırım taşları Roma İmparatoru Trajan tarafından onarılmış 100 .m. uzunluğunda ve 28 m. genişliğindeki Kutsal Yol, şehir içerisindedir.
Kutsal Yola açılan şehrin savunma maksadıyla yapılmış Kutsal Kapısı da vardır. M.Ö. 5. yy.da Roma İmparatoru Trajan tarafından restore ettirilmiştir.
Antik kentin girişinde sadece Milet değil Didim Apollon Tapınağı ve Priene Antik Kenti’nden gün yüzüne çıkarılan bulguların da sergilendiği Milet Müzesi de yer alıyor. Buraya kadar gelmişken bu müzeyi de ziyaret etmeden ayrılmayın.
Sonunda Milet’i de gezerek Didim Apollon Tapınağı ve Priene Antik Kenti’nden oluşan üçlemeyi tamamladık. Buna bir de Doğanbey Köyü’nü de dahil edince keyfimize diyecek yok. Yazımın başında da belirttiğim gibi Türkiye tarihi eser ve gezilecek ören yeri bakımından dünyanın sayılı ülkelerinden değil; en önde gelen ülkesidir.
Bu gün, yer yüzüne çıkarılan kazılara ilave olarak yurt genelinde çok sayıda kazı çalışması yapılmaktadır. Anadolu’nun tarihini çok iyi bilen, tarihi kalıntılar hakkında araştırmalar yapan ve konu ile ilgili kitaplar okuyan Ulu Önder Atatürk “Anadolu’daki büyük medeniyetler burada değilse nerede aranacaktır? Türk sanatı, tarihi bütün insaniyet için araştırma sahasını burada bulamayacaksa bu sanat aşıkları hangi çöllere saldıracaklardır.” diyerek, arkeologları Anadolu’da kazılar yapmaya davet etmiş ve konun ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır.
O kadar ki, hasta yatağında dahi bu konu ile olan ilgisini kesmemiş, Vize kazılarında çıkarılan bazı kalıntılar isteği üzerine kendisine götürülerek gösterilmiştir. Bundan büyük bir memnuniyet duyan Atatürk “Kazılara devam ediniz; memleketimizin kültür zenginliklerini daha çok bulacaksınız.” demiştir.

Hoşça kalınız.
olay.salcan@gmail.com
olaysalcan.blogspot.com

Fotoğraf Galerisi:















28 Mart 2024 Perşembe

Apollon Tapınağı, Didim

“Tarih araştırmalarında arkeoloji ve antropoloji başta gelir, tarih bu bilimlerin çıkardığı belgelere dayandıkça sağlam temelli olur. Çağdaş uygarlığı anlayabilmek, kavrayabilmek, dünyadaki eski uygarlıkları, insanlığın ilk uygarlıklarını doğru tanıyabilmekle mümkündür” diye topluma seslenen Atatürk, arkeolojinin tarihin ortaya çıkarılmasında, yazılmasında ve gelecek nesillere aktarılmasında önemli bir rol oynadığını önemle vurgulamıştır. Birçok medeniyetin yaşadığı Anadolu topraklarının da arkeoloji için bitmez tükenmez bir kaynak olduğunu belirmiştir.
Bu nedenle O, Türk toprakları altında yatan zengin kültür hazinelerinin Türk arkeologları tarafından çıkarılması ve halk tarafından değerlerinin bilinerek korunmaları için çeşitli imkânlar hazırlamıştır.
Atatürk’ün arkeoloji konusunda hazırladığı imkanların en güzel belgelerinden bir tanesi; zamanın Başvekili olan İsmet İnönü’ye gönderdiği 19.02.1931 tarihli telgrafıdır.
Bu telgrafta Atatürk;
“Son inceleme gezilerimde çeşitli yerlerdeki müzeleri ve eski sanat eserlerini de gözden geçirdim.
1. İstanbul’dan başka Bursa, İzmir, Antalya, Adana ve Konya’da bulunan müzeleri gördüm. Bunlarda şimdiye kadar bulunabilen bazı eserler muhafaza olunmakta ve kısmen de yabancı uzmanların yardımıyla tasnif edilmektedir. Ancak memleketimizin hemen her tarafında emsalsiz hazineler halinde yatmakta olan eski uygarlık eserlerinin ileride tarafımızdan ortaya çıkarılarak ilmi bir şekilde koruma ve tasnifleri ve geçen devirlerin sürekli ihmali yüzünden çok harap bir halde olan abidelerin korunmaları için Müze Müdürlüklerine ve kazı işlerinde kullanılmak üzere (arkeoloji) uzmanlarına şiddetle ihtiyaç vardır.
2. Konya’da asırlarca devam etmiş ihmaller sebebiyle büyük bir tahribat içinde bulanmalarına rağmen, sekiz asır evvelki Türk medeniyetlerinin gerçek mimari şaheserleri sayılacak kıymette bazı binalar vardır. Bunlarda bilhassa Karatay Medresesi, Alaeddin Camii, Sahip Ata Medrese Camii ve türbesi, Sırçalı Mescit ve İnce Minareli Camii derhal ve acele olarak onarıma muhtaç durumdadırlar. Bu tamirin gecikmesi ve abidelerin tamamen tamamen ortadan kalkmasına sebep olacağından, özellikle asker tarafından kullanılanların boşaltılmasını ve tamamının uzman kişiler kontrolünde onarımının temin edilmesini rica ederim.
19.2.1931 Gazi Mustafa Kemal
22 Aralık 2023 tarihinde TBMM Genel Kurulu’nda bakanlığının bütçe görüşmelerinde konuşan Türkiye Cumhuriyeti Kültür ve Turizm Bakanı Ersoy, özetle şu bilgileri vermiştir:
“Ülkemizin muazzam arkeolojik mirasını gün yüzüne çıkarmak için yerli yabancı kurtarma ve sualtı kazısı, yüzey araştırmaları gibi çeşitli alanlardaki çalışmaları kademeli olarak artıracak ve 2026 yılında yıllık 800 seviyesine yükseltmiş olacağız. Halihazırda 2023 yılı sonunda 720 arkeolojik çalışma sayısına ulaşacağımızı öngörmekteyiz ki bu şimdiden Türkiye’yi dünyanın en çok kazı yapan ülkesi konumuna getirdiğimizi göstermektedir. Antik kentlerimizin ziyaretçi sayısını yüzde 47 oranında artırdık. Son altmış yılda Türkiye’de arkeolojiyle ilgili yapılanlara eşdeğer işi önümüzdeki dört yılda tamamlamayı hedefliyoruz. Bu, yürütülen çalışmalarda yıl başına 15 katlık artış demektir.”
Yukarıda bu günden 93 yıl öncesine ve bu güne ait iki söylem var. Atatürk, memleketimizin hemen her tarafında emsalsiz hazineler halinde yatmakta olan eski uygarlık eserlerinin ileride tarafımızdan ortaya çıkarılarak ilmi bir şekilde koruma ve tasniflerinin gerekliliğini belirtirken; Anadolu’nun tarihi eser bakımından zenginliğini vurguluyarak bu eserlerin korunmalarını belirtmiştir. Bu sözlerle geçmişi ortaya çıkarırken bunların gelecek nesillere en iyi şekilde aktarılmalarını da vurgulamak istemiştir.
İkinci söylem de ise 100 sene öncesinden büyük bir ileri görüşlülükle Atatürk tarafından verilmiş direktifler ışığında bu güne kadar yapılan faaliyetlerin özeti bulunmaktadır. Yine Atatürk’ün belirttiği Anadolu’nun zengin tarihi yeraltı kaynaklarının direktifleri doğrultusunda yer üstüne çıkarılması ve gelecek nesillere aktarılması için sürdürülecek arkeolojik çalışmaların artarak devam edeceğine ve korunacağına dair projelerin üretildiği belirtilmektedir.
Anadolu ile ilgili bir yazı yazarken Anadolu’nun tarihi ve doğal zenginlileri ile dünyada ilk sırada olduğunu ve diğer ülkelerin Anadolu’nun yanına bile yaklaşamayacaklarını; dünyada tarihi yeniden yazacak bir ülke varsa onun da Anadolu olduğunu ve Anadolu’nun dünyanın merkezi olduğunu hep belirtmişimdir. Göbekli Tepe, Harbetsuvan Tepe, Karahan Tepe ve Küllük Tepe gibi muhteşem örnekler sadece bir kaç tanesidir.
Bu yazımda sizlere Türkiye’nin sahip olduğu muhteşem bir tarihi eserden, Apollon Tapınağı’ndan söz edeceğim.
Anadolu’da her tarihi anıtın bir efsanesi vardır. O efsaneler bu tarihi hazinelerin sesleri gibidirler. Halk ağzında asırladır söylene söylene bu güne kadar gelmişlerdir. Yer altında olup bu güne kadar yer yüzüne çıkarılamamış arkeolojik eserlere yalnızca efsanelerde rastlanır. Bunlara uzmanların değerlendirmeleri vardır ama ortaya çıkarılacak zamanı beklemektedirler.
Gelin yazımıza biz de bir efsane ile başlayalım, Zeus’un Leto’dan olma, Letoon’da doğan ve Artemis’in ikiz kardeşi olan Apollon, bir gün Didim civarında bir geziye çıkar. Apollon, aynı zamanda sanatın, şiirin, müziğin, güneşin, ateşin tanrısıdır ve çok güzel lir çalar. Gezinti sırasında aynı zamanda kehanet gücüne sahip olan Apollon’un yolunun üstüne Brankhos isimli bir çoban çıkar. Aralarında kurulan dostluk sonunda Apollon, kehanet hakkındaki sırlarını Brankhos’a öğretir. Sonunda Brankhos burada Apollon Tapınağı’nı inşa eder.
Apollon tapınaklarından Didim’deki Apollon Tapınağı benzerleri, Efes Antik Kenti’ndeki Artemis Tapınağı ile Yunanistan Delfi’deki Apollon Tapınaklarıdır.
Antik çağlarda kehanet kültürü, Antik Yunan toplumunda son derece popüler olmasına rağmen diğer toplumlarda da yaygın olarak görülmektedir. Bunu yazınca aklıma “Bu günkü durum farklı mı acaba?” sorusu geldi.
Üç ana kısımdan oluşan Apollon Tapınağı’nın, muazzam sütunlarının yarattığı görkemli bir görüntüsü var. Giriş alanında 22 metre uzunluğa sahip muhteşem tek bir sütun, tüm dikkatleri üzerine çeker. İkinci kısım ise, merdivenlerin inilmesiyle girilen iç kısımdır. İki kenarda yer alan uzun tünellerden üçüncü kısıma geçilir. Son derece büyük olmasının yanı sıra bir avlu havası görüntüsü verir. Toprak zeminli alanın her kenarında süs oymalı taşlar bulunur. Bu taşlar buranın görüntüsüne olumlu bir katkı sağlarken tapınağın zenginliğinin de göstergesidirler. Uzunluğu 120 metre, yüksekliği 25 metre olan tapınakta 122 sütun dikilmesi planlanmış ama sadece 72’si kullanılabilmiştir.
Milet Antik Kenti’nin, Tanrı Apollon ile bağlantılı olduğu düşünülmektedir. Bu bağa göre Miletus, Apollo ile Akakallis’in oğludur ve Miletus, günümüz Karia Bölgesinde büyümüş ve Milet Antik Kentini kurmuştur. Miletos isminin hikayesinin bu mitolojik öyküyle başladığı düşünülür. Milet antik bölgesinden başlayan Kutsal Yol’un Apollon Tapınağı’ndan geçerek Artemis Tapınağına kadar ulaştığı değerlendirilmektedir. Zamanında yolun iki tarafında bulanan heykeller, yola görkemli bir görüntü vermekte idi.
Asırlar geçse de yapımı tamamlanamamış bu muhteşem eser, hala bir restorasyon çalışmasına ihtiyaç duymaktadır. Şu andaki görkemli görünüşü ile kendisine bakanları etkisi altına alan bu tapınağın restorasyon çalışmaları tamamlandıktan sonra halinin muazzam olacağını ve dünyadaki Antik eserler arasında ilk sırayı alacağından hiç şüphe duymuyorum.
İlk zamanlarında bir kuyu ve küçük bir kulübe ile başlayan ve dünyanın dört bir tarafına kehanet konusunda şöhreti yayılarak insanların akın akın ziyaretlere geldiği muhteşem bir merkez haline gelmesi dikkat çeken ve sorgulanması gereken bir konu. Bu gün de medyada kahinlik yapanların varlığı ve bunlara olan ilginin boyutları göz önüne alındığında dünden bu güne değişen bir şey olmadığı görülüyor.

Hoşça kalınız.
olay.salcan@gmail.com
Fotoğraf Galerisi