18 Mart 2025 Salı

Pakistan Lahor

Pakistan’daki gezimize devam ediyoruz. Bu gün Pencap eyaletinin başkenti olan Lahor’dayız. Lahor, Pakistan’ın Karaçi’den sonra en kalabalık ikinci şehridir. Özellikle Türk Babür dönemdeki mimari eserleriyle ünlü olan bu şehir, Pakistan’ı tanımak açısından önemlidir. Bu bakımdan da turistlerin ilgisini çekerek ülkenin önemli bir turistik cazibe merkezi haline gelmiştir. Şehir, aynı zamanda ülkenin sanayi ve ekonomi merkezi durumundadır. Sırf bu nedenlerden Lahor, Pakistan için son derece önemlidir.
Kalabalık nüfustan dolayı ortaya çıkan insan yoğunluğuna karışan şaşırtıcı çokluktaki rikşalar, bu şehrin vazgeçilmezleri. Renkli görüntüleri ve trafikteki hareketliliklerine eklenen korna sesleri ile bu şehire hakim olan bir görüntü veriyorlar. Şehrin her saatinde oradan oraya koşuşturan, söz dinlemeyen yaramaz çocuklar gibiler. Trafik ışıklarının az olduğu ya da çalışmadığı bazı yerlerdeki riska hareketliliği, görülmeye değer. Rikşalar, üç tekerlekli bir motorsiklet. En önde rikşayı süren kişi oturuyor. Hemen arkasında üç kişinin oturabileceği yer var; en arkada da üç kişilik yer, ama buradaki yolcular gidiş istikametine ters oturmak zorundalar.
Lahor da Gazneli'lere ait olan eserler yok olmuş, ancak Türk Babür dönemi eserleri, ayakta kalmıştır. Seyahatim sırasında gördüklerimden Lahor’un, Pakistan’daki en çok önemli tarihi esere sahip şehir olduğu kanaatine vardım. Bu eserlerin büyük bir kısmı ve en görkemlileri, Türk Babürler zamanında yapılmış eserlerdir.
Lahor, zengin kültürel geçmişi ile birçok anıtsal esere ev sahipliği yapan bir şehir. Bunların en başında da Badshani camisi ile Vezir Han camisi geliyor. Ben de, bu nedenle Lahor ile ilgili bu ilk yazımda önce bu iki muhteşem yapıdan söz etmenin uygun olabileceğini düşündüm.
İlk mimari eserimiz, Badshani camisidir. Lahor kalesinin karşısına inşa edilmiştir ve kale ile arasında bir bahçe bulunmaktadır.
Caminin avlusuna görkemli bir kapıdan girdiğimde ilk gördüğüm, çok ama çok büyük bir avlu ve gösterişli cami idi. Şaşırtıcı derecede görkemli bir şekilde inşa edilmiş bu cami, kesinlikle Pakistan’ın sahip olduğu değerlerin başında gelir.
Üç adet gösterişli kubbesinin görüntüsünden etkilenmemek elde değil. Giriş kapısının ve ana binanın iki tarafında bulunan ve göğü delip geçercesine yükselen minarelerinin bu görkemli görüntüye katkıları, tartışma yaratmayacak kadar uyumlu. Bu yüksek minarelere ilaveten ana binanın dört köşesine boyları daha kısa ve nisbeten küçük dört adet ilave minare de yapmışlar. Binanın ana giriş kapısının üzerindeki iki küçücük, sembolik olarak yapılmış minarecikleri de ilave edersek bana göre camide toplam olarak on minare var. Ne kadar çok değil mi?
Bu şaşkınlık geçince caminin Delhi’deki Cuma camisine benzerliğinin farkına vardım. Benzerlik var ama aynısı değil. Gözüm alışınca ikisi arasındaki farklılıklar dikkatimi çekebiliyor. İkisi de büyük ve ikisi de baş yapıt olacak kadar görkemli. İkisi de, dünyanın en büyük camilerinden ve her türlü takdiri hak ediyorlar.
Badshani camisinin avlusu, 100 bin kişinin aynı anda namaz kılmasına imkan verecek büyüklükte. Bu kadar genişlikte avlusu olan ve bu kadar büyük, görkemli inşa edilen caminin içerisinin de çok geniş olacağını düşünmekten kendimi alamadım.
Bu düşünce ile caminin içine girdiğimde şaşkınlığım arttı. O da ne? İçerisi, son derece küçük. Binanın bir tarafından diğer tarafına uzanmış sanki bir koridor. Yani bizdeki camiler gibi geniş iç mekan yok. Bunun da nedeni de, Pakistan’daki iklim koşullarının dış mekanda namaz kılınmasına uygun olduğu.
Caminin gece aydınlatması ise görülmeye değer. Güneş batarken ki kızıllık ile aydınlatılmış kızıl kiremit duvarların uyumundan kaynaklanan manzaraya beyaz mermerden inşa edilmiş üç adet kubbenin parlayan inci tanesi gibi görüntülerinin beraberliği muhteşem. Ortaya çıkan manzarayı al evdeki duvarına as. Yüksek bir yerden seyrettiğimiz bu doyumsuz görüntüye hayran kalmamak mümkün değil.
Cami, 1993 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne girmeye hak kazanmıştır.
Gerek yazdığı eserlerle gerekse ülkenin bağımsızlık mücadelesindeki önemli rolüyle Pakistan’ın milli şairi ünvanını alan Muhammed İkbal’in (1877-1938) cami kapısının hemen sol tarafında bulunan kabri, bu camiyi diğerlerinden ayıran bir özelliktir. Türbenin giriş kapısının iki tarafında askerler, saygı nöbeti tutmaktadır.
Vezir Han camisi, kentin merkezindeki “Eski Lahor” olarak isimlendirilen bölgesinde tüm ana yollar ve çarşıların birbirine bağlandığı hayli startejik bir konuma inşa edilmiştir.
Cami, asırlar öncesindeki doğallığını bu güne kadar koruyabilmiş ender tarihi eserlerden birisidir. Eski kentin surları içinde kalan cami, etrafını saran tarihî evler, dükkânlar ve dar sokaklarla birlikte yüzyıllar öncesini çağrıştırıyor.
Vezir Han camisinin avlusuna yine gösterişli bir kapıdan geçerek giriyorum. Karşılaştığım çok büyük avludan dolayı hiç şaşırmıyorum. Artık biliyorum ki Pakistan’da cami avluları, geniş ve iç mekanlar dar.
Avlunun kenarlarında bulunan dört adet sekizgen minareler, zaten mükemmel bir görüntüye sahip olan camiye daha da görkem katıyorlar.
Caminin iç mekan süslemelerinde bulunan hat sanatları, geometrik şekiller ve çiçek süslemeleri ustaca harmanlanarak ortama sihirli bir hava vermişler. Tabii ki bu süslemeler tek tek düşünüldüğünde başlı başına birer şahaserler; ama bunları harmanlayarak göze hoş gelen bir görünüm haline getirmek baş döndürücü.
Türk Babür İmparatorluğu, Şah Cihan’ın hüküm sürdüğü dönemde inşa ettikleri eserlerle başta Taç Mahal olmak üzere zirve noktasına ulaşmıştır. Vezir Han camisi de, bu görkemli dönemde parlayan Türk sanatının yıldızlardan birisidir.
Vezir Han Camii, Türk Babür döneminden kalma en güzel mozaik fayans örneklerini bünyesinde barındırmakta olup bunlar caminin yapısına benzersiz bir boyut kazandırmaktadır
UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası Listesi’nde bulunan cami, eyvan mimarisi, avlusundaki havuzu, yapımında kullanılan küçük kiremitlerin oluşturduğu kırmızı görüntüsü, sekizgen minareleri, yan yana sıralanan kubbeleri ve büyük kapısıyla klasik Türk Babürlü mimarisinin bütün özelliklerini taşıyor.
Camiyi, Hindistan ve Pakistan’daki diğer Türk Babürlü camilerinden ayıran en belirgin özellik, minare, iç kubbe, kapı ve pencereleri süsleyen ve dünyada eşine rastlanmayan çini ve seramikleridir. Duvarları süsleyen çinilerdeki canlı renklerin uyumu, ince işçilik ve kaligrafileri camiyi ziyaret edenlerin ilgisini çekiyor.
Bugünkü görkemli görüntüsü ile yalnızca bu günün değil gelecek zamanların da insan oğlunun yarattığı en büyük eserlerden birisi olacağına inanıyorum.
Lahor’da gördüm eserlerle ilgili olarak yazılacak çok şey var. Gördüğüm diğer eserlerle ilgili bilgileri bundan sonraki yazımda anlatmaya devam edeceğim.

Hoşça kalınız.

olay.salcan@gmail.com

https://olaysalcan.blogspot.com/

Fotoğraf Galerisi:

















6 Mart 2025 Perşembe

PAKİSTAN



Her yeni bir ülkeyi gezdikten sonra dünyaya olan hayranlığım bir kat daha artıyor. Farklı yerler, insanlar, kültürler görmenin ve farklı lezzetler tatmanın insana vereceği keyfi tahmin edemezsiniz. Bu farklılıklar renkli, heyecanlı ve ışıltılı bir yaşamın değişmez aktörleri. Her şeyden önce her gittiğiniz yerde farklı bir hava soluyorsunuz. Her yerde değişen bu havaya devamlı değişken manzaraları ilave ettiğinizde kendinizde oluşan gelişmeleri de kuvvetli bir şekilde hissediyorsunuz.
Bu seferki gezim, Pakistan’a idi. Türkiye’den uçakla Pakistan’ın kuzeyinde bulunan İslamabad’a uçtuk. İslamabad, Pakistan’ın başkenti ve Pakista’nın kuzeyinde konuşlandırılmış, halihazırda gelişmekte olan yeni bir şehir.
Bir gece konakladıktan sonra İslamabad’dan ayrıldık. İslamabad’da görülmesi gereken hiç bir yeri göremedik. Bunun da nedeni, İslamabad’da BRICS Grubu ülkelerinin (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) toplantı düzenlemiş olmaları. Şehirdeki tüm gezilip görülecek yerleri ziyarete kapatmışlar ve hatta istikamete giden yollara da barikatlar kurmuşlar. Kimsenin buralara girmesine izin vermiyorlar. Bu gibi yerleri uzaktan görmeyi bile imkansız hale getirmişler. Bir kaç yerde bu barikatları aşma gayretlerimiz de fayda vermeyince İslamabad’dan erken ayrılmak zorunda kaldık. Tabii ki bu talihsizlik biz de hayal kırıklığı yarattı, ama gezimizin geri kalan bölümünde görülecek yerlerin zenginliğini düşündüğümüzde içimiz biraz rahatladı. Bazen hesapta olmayan durumlarla karşı karşıya kalmak bir gezginin başına gelebilecek doğal bir olay. Burada bir toplantı buna neden oldu, bazen doğal olaylar da arzu edilmeyen durumlara neden olabiliyor. Bu gibi durumlarda bulunduğumuz yere yakın, ancak programda olmayan görülebilecek diğer yerleri planlıyoruz.
Pakistan bağımsızlığını ilan edip ayrı bir devlet olmadan önce bölge, başlıca Pers Ahameniş İmparatorluğu, İskender İmparatorluğu, Seleukos İmparatorluğu, Hint Maurya İmparatorluğu, Kuşan İmparatorluğu, Gupta İmparatorluğu, Arap Emevîler, Türk-Moğol Gazneliler, Gurlular, Delhi Sultanlığı, Moğol İmparatorluğu, Babürlüler, Afgan Dürranîler ve Surîler, kısmen Sih İmparatorluğu ve son olarak Britanya Hindistanı olmak üzere çok sayıda imparatorluk ve hanedanca yönetilmiştir.
Pakistan, Britanya Hindistanı'nın bölünmesini ve Müslüman nüfuslu bölgelerin bağımsızlığını talep eden Pakistan Hareketi'nin çabalarıyla 1947'de Hint Müslümanları için bir yurt olmak üzere bağımsızlığını kazanmıştır.
Başlangıçta bir dominyon olan Pakistan, 1956 yılında kabul edilen anayasasıyla Pakistan İslam Cumhuriyeti’ne dönüştürülmüştür.
Tunç Çağı İndus Vadisi Uygarlığı’na ev sahipliği yapan Pakistan’da dünyanın ikinci en yüksek zirvesi olan Himalayalar'daki K-2 Godwin Austen Zirvesi bulunmaktadır.
Yaklaşık 250 milyon nüfusu ve sahip olduğu nükleer gücü ile dünyanın sayılı devletlerinden birisidir.
Yarından itibaren aracımızla yollara çıkacağız ve gezimiz de böylece başlamış olacak. Bundan sonraki gezimizin tamamını kara yolundan yapacağız. Son durağımız da, Karaçi olacak. Böylece Pakistan’ı kuzeyden güneye geçeceğiz. Oldukça uzun bir yol olacak. Bu yolculuğumuzda, kırsal alanları, İndus Nehri boyunca uzanan vadi, çöl ve yerleşim yerlerini, tarihi yer ve değerleri göreceğiz.
Yollar her zaman asfalt değil. Özellikle ana yoldan ayrıldıktan sonra stabilize yollarda yolculuk uzun ve sarsıntılı olabiliyor. Ancak aracımız son derece kaliteli ve rahat. Bizi zorlayan bir durum yok.
Sabah kahvaltıdan sonra aracımıza binerek ilk adı Generallerin Yolu olan ve daha sonra İngilizler tarafından Grand Trunk Road olarak değiştirilen yolu kullanarak Lahor’a doğru hareket edeceğiz.
İslamabad ile Lahor arası kara yolu ile 312 km. olup yaklaşık beş saat sürüyor. Biz doğrudan Lahor’a gitmeyeceğiz. Zaman zaman tarihi ve doğal değerleri ziyaret etmek için ana yoldan ayrılacağız. Bu da Lahor’a olacak seyahatimizin süresinin uzayacağı anlamına gelmektedir.
Kahvaltıdan sonra otelimizi terk ederek Lahor’a gitmek üzere aracımızdaki yerlerimizi aldık. Bu günkü göreceğimiz ilk yer, Rohtas Kalesi. Kaleye yaklaştıkca uzaktan da olsa rahatlıkla görülebilen yüksek surları ve özellikle burçları dikkat çekici.
Jhelum şehrinin 16 km. kuzeybatısında bulunan bu kalenin yapımı, sanki son günlerde tamamlanmış gibi. Surlar ilk günkü gibi sağlam duruyor. Kaleyi gezimiz sırasında da ciddi bir şekilde yıkıntıya uğramış ve harabe haline gelmiş bir bölüm göremedim. Bunun da nedenin, kalenin her döneminde düşman saldırılarına başarı ile karşı koyarak zapt edilemediği olduğunu öğreniyoruz.
Kale, Babür imparatoru Hümayun’un 1541 yılında yenilmesini takip eden dönem içerisinde Afgan Kralı Şer Şah Suri tarafından inşa edilmiş, erken İslami dönem askeri mimarisini yansıtan eşsiz bir örnektir.
Kalede göz alıcı görünümlü 12 adet farklı kapı bulunmaktadır. En dikkati çeken kapı ise, tüm görkemi ile ayakta duran ihtişamlı Sohail Kapısıdır.
Yaklaşık 4 km. uzunlukta olan, muhteşem burçlarla şekil verilen ve kapılarla görünüşüne görkem katılan kale surlarının kalınlığı yer yer 18 metreyi bulmaktadır.
Kale, 1997 yılında UNESCO Dünya Mirası Listesi’ne dahil edilmiştir.
Bu gün ziyaret edeceğimiz ikinci yer, Hindular tarafından Pencap bölgesindeki ikinci en kutsal yer kabul edilen Katas Raj Hindu Tapınak Kompleksi’dir. Bu tapınak aynı zamanda üç büyük din Hinduizm, Budizm ve Sihizm'in kutsal kabul ettiği Amrit Kund Göleti'ne de ev sahipliği yapmaktadır.
Tarihi kayıtlara göre, 3. ya da 7. yüzyılda kurulduğu düşünülen tapınaklar, bugün Hinduların en önemli tanrıları Şiva'nın gözyaşıyla oluştuğu kabul edilen göletin çevresinde bulunuyor. Gölün ise 2 bin 300 yıllık olduğu tahmin ediliyor.
Dünyanın her yerinden gelen Hindular, komplekste bulunan Şiva'yı temsil eden silindir şeklindeki kayanın başında dua ettikten sonra tütsüler yakarak, taşı sütle yıkıyorlar.
Katas Raj'daki 7 adet Hindu tapınağı ile bir Budist tapınağı harabesi, 1960'ta Göç Edenlerin Mallarını Koruma Kurulu’na (ETPB) devredilerek devlet korumasına alınmıştır.
Başka dinlere ait birçok önemli yapıyı ve bölgeyi restore çalışmalarına devam eden Pakistan, bu gibi yerleri ve yolları daha iyi duruma getirme çalışmalarını sürdürmekte olup bunları inanç turizmine kazandırmayı amaçlamaktadır. Ancak görebildiğim kadarı ile bu amaca ulaşmak için daha çok zaman, para ve çalışmaya ihtiyacı var.
Bu kompleks hakkında anlatılan birçok efsane var ve bunların çoğu da Mahabaharata’ya kadar eskilere gitmektedir.
Bunlardan en önemlisi ve kabul göreni; Hindu tanrısı Shiva’nın eşinin ölümünün arkasından döktüğü göz yaşları şelale olur ve şelalenin döküldüğü yerde de bir gölet oluşur. Zaman zaman Pakistan’da yaşayan Hindular tarafından bu kompleks ziyaret edilmektedir. Hatta Pakistan ile Hindistan’ın aralarındaki ilişkilerinin iyi olduğu dönemlerde Hindistan’dan da ziyaretçiler bu kutsal alana gelmektedirler.
Katas Raj Hindu Tapınak Kompleksi’ni gezdikten sonra Lahora doğru devam ediyoruz. Ancak aracın istikametini Khewra Tuz Madeni’ne doğru çeviriyoruz. Burası bugün içerisinde göreceğimiz üçüncü ve son yer. Bu madene ulaşmak için ilk önce Khewra’ya ulaşmamız gerekiyor. Ana yoldan ayrılıp daha çok stabilize olan yola sapıyoruz. Uzun bir yolculuktan sonra tuz madenlerine ulaşıyoruz.
Yol boyunca gördüğümüz çeşitli desenlerle rengarenk bezenmiş göz alıcı kamyonları takip etmek büyük bir keyif. Pakistana özgü bu süslemeler, göz alıcı; desenler birbirisine benziyor ama aynısı değil. Çok özenilerek yapılmışlar ve sanıyorum kamyon sahipleri araçlarından daha çok bu süslemelerle fark atmaya çalışıyorlardır.
Sonunda tuz madenine ulaşıyoruz. Madenin içine doğru inşa edilmiş ve inşası 1930 yılına kadar geri giden tren yolu üzerinde hareket eden; yalnızca madeni ziyaret için gelen turistleri taşımak için kullanılan bir tren var. Kısa mesafeli olan ve tünellerden geçen tren keyfi beklenmedik bir fırsat.
Bu tuz madeni, dünyada birçok ülkede benzerleri olan bir maden. Bu madenden Pakistan'ın yıllık tuz üretiminin yarısı karşılanıyor. Pembe ve kırmızı rengiyle bilinen ve yüzde 99 oranında saf tuzdan oluşan Himalaya tuzunun çıkarıldığı bu maden, ülkede yerli ve yabancı turistlerin de en çok ziyaret ettiği noktalardan biri haline gelmiş.
Yılda 300 bini aşkın turistin ziyaret ettiği madende, galerilerin içinde tuz taşından Pakistan'ın ünlü yapılarının ışıklandırılmış minyatürleri de yer alıyor. Bu tuz taşlarının arasına yerleştirdikleri ampuller ile meydana getirdikleri rengarenk ortamla son derece güzel bir hava yaratmışlar.
Saf olarak çıkarılan tuz, gerçekte Himalaya tuzu adı ile satılıyor. En çok popular olanı, pembe tuz ancak diğer renklerde olanları da var. Madenden bu tuzlar toplam kalınlığı yaklaşık 150 metre olan yedi kalın tuz damarından çıkarılıyor.
Tavanı ve duvarları doğal pembenin tonlarında olan tünellerde ayrıca yine tuz taşından üretilmiş tuğlalarla inşa edilmiş tedavi merkezleri de yer alıyor.
Maden içinde kurulan bu küçük kliniklere her yıl binlerce kişi astım, bronşit, kulak iltihabı, nefes darlığı ve alerji tedavisi için geliyor. Tamamen ilaçsız uygulanan tedavi süreçleri hem Madencilik hem de Sağlık Bakanlığı kontrolünde yapılmaktadır.
Pakistandaki gezimizin bu günün de birbirinden kilometrelerce uzakta olan üç turistik yeri gezdik. Akşam havanın kararmasından sonra Lahor’daki otelimize ulaştık. Uzun bir yolculuktu. İyi bir akşam yemeğini ve rahat bir uykuyu hak ettik.
Yarın sabah kahvaltısından sonra başka yerler görmek üzere araçlarımıza binip yeni maceralara doğru yol alacağız.

Hoşça kalınız.
olay.salcan@gmail.com
https://olaysalcan.blogspot.com/

Fotoğraf Galerisi:




















14 Kasım 2024 Perşembe

NENE EVLERİ

Bundan birkaç sene öncesinde Çanakkale’deki kardeşlerimi ziyarete gittiğimde Çanakkale On Sekiz Mart Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olan yeğenim beni civardaki bir köye götürmek istediğini ve orada göreceklerimden keyif alacağımı söyleyerek bir davette bulunmuştu. Ancak zaman kısıtlılığı nedeni ile bu davete katılamamıştım.

Bu sene yazında yolum tekrar Çanakkale’ye düşünce ben de programıma bu köyü aldım. Böylece köyü tanıyacak ve uzun süredir devam eden merakımı giderecektim.

Neyse kısa kesip biz köye olan gezimize dönelim ve sizlere gördüklerimi anlatmaya çalışayım.

Anadolu, eşsiz zenginlikleri ile insanı şaşırtmaya devam eden, çeşitli medeniyetlere ev sahipliği yapmış kutsal topraklardır. Dünyada hiçbir ülke bu konuda Anadolu ile yarışamaz. İnsanlık ve medeniyetinin tarihine yön vermiş ve buluntularla elde edilen bilgilerin ışığı altında zaman zaman yazılanların değişmesine büyük katkılar sağlamış ve sağlamaya devam etmektedir. Tarihi kendi çıkarları doğrultusunda yazanların duyduğu rahatsızlığa rağmen yine de tarihe gerçekçi bir ışık tutmaktadır. Anadolu, bir tarihi gerçekler bütündür ve gerçekler hiçbir zaman saklanamaz.

Bu yazımda sizlere Göbeklitepe’den, Roma İmparatorluk harabelerinden, Greek medeniyetlerinden kalan ören yerlerinden yada Osmanlı ve Selçuklu izleri olan herhangi bir eserden söz etmeyeceğim.

Bu gün size son derece mütevazi ve hatta çok basit bir yapı topluluğundan söz edeceğim.

Bu evler, Çanakkale’in Ayvacık ilçesindeki Assos ören yerinin yakınlarındaki Çamkabalak köyünde bulunmakta. Gerçekten son derece basit yapılmışlar; usta bir duvarcının ellerinden çıkmadıkları bir bakışta anlaşılıyor. İnşaası için büyük paralar harcanmadığı, doğadaki taş, ahşap ve toprak kullanılarak, yörede yaşayan yapı ustaları tarafından inşa edildikleri bir gerçek.

Köyün meydanına geldiğimizde bu evlerden herhangi birisini hemen göremedik. Çünkü biraz yürümemiz gerekiyordu. Seneler içerisinde terk edilen ve yok olmaya bırakılan bu değerler toplu halde değiller ve köyün içerisinde dağılmış durumdalar.

Bu evlerin inşası yakın zamanda gerçekleşmiştir. Köyün bulunduğu yerdeki ilk yerleşim süreci, Çamkabalak Köyü olarak 20. yy. da Kazdağları’nda yaşayan konar-göçer grupların zorunlu iskana tabi tutulması ile gerçekleştirilmiştir. Yeğenimin ifadesine göre; köy halkı ile yapılan görüşmelerden bu evlerin ilk inşasının, 1950 yılları olduğu sonucuna varılmıştır. Çok eski bir geçmişe sahip olmamalarına rağmen Anadolu’da mevcut olan yaşamlardan farklı bir kesit olmaları açısından değerli yapıt oldukları kanaatini taşımaktayım. Biz, Hitit, Hatti, Greek, Urartu’dan kalma saraylar, kervansaraylar, camiler, köprüler derken çok yakın bir geçmişten kalma akla gelmedik yapılarla karşılaşıyoruz.

Bu yapıların arkeolojik kalıntılar olup olmadığına arkeologlar karar verebilir ama gerçeklilikleri yadsınamaz.

Hali hazırda toplam 175 kişinin yaşadığı köyün geleneksel halı ve kilim dokumacılığı ile geçimlerini sağlamaya çalışan köy halkı, bunlara ilaveten küçük ve büyük baş hayvancılık ve tarım ile de hayatlarına devam etme gayreti içerisindedir.

Durup etrafa baktığımda, köyün yerleşik alanı içerisinde dağınık şekilde yerleştirilmiş Anadolu’ya özgü konutlar, bunların etrafını saran bahçeler ve hayvanları için gerekli olan ağılları görüyorum. Hala bir Nene Evi göremedim. Köyün içerilerine doğru yürümem gerekiyor. Bu günün şartlarına uygun olarak inşa edilmiş bu evler benim ilgi alanım değiller.

Tam o sırada yeğenim bana seslenerek parmağı ile bir yeri işaret ediyor. İlk seferde gördüğüm taştan örülmüş yaklaşık 2.50 metre yüksekliğinde bir duvar. Ancak yanına doğru yaklaştığımda görüntü netleşiyor ve ortaya bir duvarı ve çatısı çökmüş ufak çapta bir bina çıkıyor. Köyde ilk gördüğüm Nene Evi de bu oluyor.

Binaya doğru yaklaşırken yeğenimin verdiği bilgilerden, Çamkabalak Köyü’nde yürütülen tespit çalışmaları sonucunda 8 adet Nene Evi’nin günümüze kadar tüm doğal olaylara ve insanların verdiği tahribatlara karşı koyarak ayakta kaldıkları öğreniyorum.

Sohbetimizde bu evlerden 2 adedinin halihazırda sahipleri tarafından aktif olarak kullanıldığını; geri kalan 6 adedinin sahiplerinin ölümü nedeni ile kullanım dışı kaldığını ve bunların da kısmen ya da tamamen tahrip olmuş durumda olduklarını sözlerine ilave diyor.

Nene Evler, düğünden sonra yeni evlilerin barınma ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla 1 yıllık bir süre içerisinde damadın babasının sorumluluğu altında tek katlı, tek mekanlı ve dörtgen olarak inşa ediliyorlar.

Binanın ölçüleri, 555 cm. x 530 cm. x 215 cm. duvar kalınlığı 60 cm. dir. Binanın dış yüzeyi sıvanmamış olup iç yüzeyleri kil kullanılarak elde edilmiş sıva ile sıvanmıştır. Gördüğüm kadarı ile Nene Evleri’nde 2 adet küçük ölçekli pencere, biri dışarıda olmak üzere 3 adet niş, ahşap hela ve de 1 adet kapı bulunmaktadır.

Nene Evleri’nin üstü, killi toprak ve otların karışımı ile elde edilmiş, yöre halkının çorak adını verdikleri 60 cm. kalınlığında, ahşap kirişlerle desteklenmiş bir tabaka ile örtülmektedir.

Esas amacı barınma olmakla beraber yaklaşık 16 metrekare olarak inşa edilen bu evlerde barınmanın yanında, beslenme, yıkanma, saklanma ve üretim ihtiyaçlarını karşılamak da düşünülmüş olup buna göre planlanarak yapılmışlardır. Üretim olarak kullanılan dokuma tezgahları, bu evlerin içinde özel bir yere sahiptir.

Evlerde yaşayanlardan hayvancılıkla geçimlerini sağlayanların evlerinin dışına, yapının ön duvarına bitişik olarak taşlardan yapımış oldukları küçükbaş hayvan ağılı dikkatimizi çeken bir ayrıntı oluyor.

Bugünkü görüntüleri hiç de hoş bir manzara arz etmeyen Nene Evleri, yöre insanının göçebe hayat tarzı olan çadırdan sofasız tek odalı geleneksel konuta geçişinin güzel bir örneğidir.

Bu evler, o zamanki konut mimarisinin de bu güne kadar gelmiş canlı belgeleridir.

Doğal olaylar, terk edilmişlik ve bunlara olan ilginin azlığından dolayı büyük tahribata uğrayarak günümüze kadar harabe olarak gelmiş bu evlerin yok olma tehlikesi içerisinde olmaları da acı bir gerçektir.

Nene Evleri’nin Troya’dan günümüze kadar gelen geleneksel konutlar oldukları göz önüne alındığında, Anadolu’nun zenginliklerinden oldukları gerçeği de göz ardı edilmemelidir.

Nene Evleri’ni görüp fotoğraflarını çektikten sonra Çamkabalak Köyü’nden ayrılmanın zamanı geldi. Aracımıza dönerken yol üzerinde rastladığımız iki genç bayanla konuşmaya başlıyoruz. Bu sırada oldukça yaşlı iki bayan da, ellerindeki değneklere dayanarak ağır adımlarla bize doğru geliyorlar. Daha sonra da iki kız çocuğu, bize katılıyor. Tam arayıpta bulamadığımız bir durum. Üç nesil bir arada. Yaşlı kadınlar, Nene Evleri’nin varlığından bu güne kadar onlarla beraber yaşamış birer tarih. Kıyafetleri, Nene Evleri’nin yapıldığı tarihteki yöresel renkli kıyafetler. Genç bayanlar ise tişort ve şalvarlı. Çocuklar ise bu güne uymuşlar. Üç nesil, bir arada ve bu nesiller arasındaki fark ortada.

Onlara ve Çamkabalak’a hoşça kalın diyerek köyden ayrılıyoruz ama içimde buruk bir tad var.

Hoşça kalın.

olay.salcan@gmail.com

olaysalcan.blogspot.com

(1)Dr.Öğr.Üyesi Erdem Salcan Kuzey Ege Kırsalında Süregelen Bir Geleneksel Konut Geleneği:Çamkabalak Köyü Nene Evleri

Fotoğraf Galerisi:















9 Nisan 2024 Salı

Doğanbey Köyü

Bazen insanın içini afakanlar basar, daralırsınız, uyku dahi tutmaz. Bir tarafta ekonomik sıkıntılar, artan ihtiyaçlara yetişememe, bitmeyen istekler, iş bulamamak, çarşı pazarda devamlı artan fiyatlar, çevre kirliliği, gürültü, karmaşa, trafik, gönül işleri, okul taksitleri, kız ya da oğlan evlenecek ama para yok, ödenecek senetler, elektrik, internet, su faturaları, apartman aidatları, bir de bunlar yetmezmiş gibi salgın.
Yukarıda yazdıklarım günlük hayatımızdan kesitler. Bunlardan birini ya da birkaçını belli bir azınlık dışında yaşamayan var mıdır acaba?
Bu afakanlar bastığında ve daraldığınızda yeter artık her şeyden uzak kafamı dinleyeceğim bir yere gideyim de kısa da olsa biraz rahat edeyim dediğiniz zamanlar olmuştur.
Ama nereye?
Böyle bir yeri biliyorum. İsmini de yazının başlığında yazdım.
Şimdi size bu şirin beldenin yerini yazacağım ve onunla ilgili kısa bilgi de vereceğim.
Doğanbey köyü, Aydın ili Söke ilçesine 30 km. uzaklıkta, Milet ve Priene gibi antik uygarlıkların merkezindeki Mykale dağlarının (Dilek Dağları) bir yamacına konuşlandırılmıştır. Mübadelede Yunanistan’a göç eden Rumların yaşadığı köydür. Rumların zamanında ismi odalar anlamına gelen Domatia iken buraya yerleştirilen göçmenlerle beraber adı, Doğanbey olarak değiştirilmiştir.
80’li yıllarda ise köy sakinleri, verimsiz ve rüzgarlı yamaç topraklarında tarım yapamadıklarını ileri sürerek deniz kıyısına inmeye karar vermişler ve kendilerine yarattıkları bu yeni yaşam alanına Yeni Doğanbey ismini koymuşlar.
Terk edilmişliğin doğal sonucu olarak doğa şartlarına zaman içerisinde karşı koyamayan evlerden bir kısmı, yıkılmış bir kısmı da harap bir halde ayakta kalabilmiştir. Sakin ve huzur içerisinde yaşamayı arzu edenlerden bazılarının buradaki harap evleri Rum mimari tarzında restore etmelerinden sonra; köy, eski güzelliğine kavuşarak Ege ve hatta Anadolu’nun en karakteristik, kendine özgü köylerinden biri haline gelmiştir.
Ben Doğanbey köyüne bilerek gitmedim. O gün İzmir’den o tarafa Milet ve Priene antik şehirlerini gezmeye gitmiştim. Programımda bu köye uğramak yoktu. Uzun bir yaz günü olmasına rağmen İzmir’e gidiş geliş ve iki antik şehri gezmenin tam günümüzü alacağını ve programımızı dolduracağını düşünüyordum. Ancak düşündüğümden daha kısa zamanda programı tamamladık ve buraya kadar gelmişken ve daha fazla uzaklaşmadan fazladan bir yer görebilir miyiz derken köyün yol tabelasını gördüm ve direksiyonu o tarafa kırdım.
Bazen görmeyi arzu ettiğiniz bir yere giderken daha öncesinde detaylı, zaman alan bir çalışma ve arkasından planlama yaparsınız. Ya da yol tabelalarına kendinizi bırakır onlardan birisinin içgüdülerinize dürtüsüne uyarsınız. Anadolu’da bu tabelaları takip ettiğinizde son derece güzel doğallıklar, kültürel ve tarihi zenginlikler görme şansınız çok yüksek. Hepsi birbirinden değişik ve karakteristik özelliklere sahip bu yerler bakımından Anadolu dünyadaki en zengin bölge. O tabelaları takip edin hiç pişman olmazsınız.
Köye geldiğimizde araçla köyün içine kadar giremediğimizden aracı boş bir alana park ettik ve köye doğru yürümeye başladık.
Üzerimize çeki düzen verdik. Köyden neşeli kahkahalar ve müzik sesleri geliyordu. Bulunduğumuz yerden göremediğimiz kalenin ve köyün sahibi olan derebeyinin güzeller güzeli kızının bu gün doğum günü idi. Derebeyinin kızı için düzenlediği doğum günü partisine biz de davetli idik. Kaleyi gördük ve içeri girdik. Neşeli bir kalabalık ve kulağa hoş gelen bir müzik. Dans edenlerin arasına katılıyor ve çılgınca eğleniyoruz.
Merhaba hoş geldiniz diye bize hitap eden köy sakinin sesi ile kendimize geliyor ve Doğanbey’de şimdiki zamanda yaşadığımızı anlıyoruz.
Köy uzaktan bizi sihirli havası içerisine alarak büyülendiği için ilk anda bu hayale kapılmamak mümkün değil. Arnavut kaldırımları üzerinde yürürken bu sihirli hava kısa bir süreliğine de olsa bizi başka bir zamana ışınlıyor.
Mikale Dağı’ndan gelen dağ rüzgarının, denizden gelen Akdeniz esintisi ile karışımından oluşan baş döndürücü kokteyli solurken; taş duvarlardan oluşan sokaklarında dolaşmanın o huzur verici rahatlığını içimize sindiriyoruz.
Restore edilmiş, yıkılmış ya da yarı yıkılmış taş binalar bu köyün kendine has muhteşem cazibesi. Bir de bunlara renk veren zakkum ve begonvillerin beraberliği, ortaya çıkan resmin göze daha da hoş gelen görüntüsü.
Yakın bir tarihe sahip bu köyün görüntüsü, sanki ortaçağı yansıtan yağlı boya tablolar gibi. Batmakta olan güneşin her taş duvara vuran renklerini hissederek en büyük iki sanatkar insan ve doğanın müştereken yarattıkları muhteşem bir tablo. Bu kadar çok farklı renkler kullanılarak ortaya konulan bu tablonun içerisinde yaşayarak sokakları gezmek heyecan verici bir rüya gibi.
Anadolu’nun bir çok köyünde görmeye alıştığımız asırlık ağaçları burada da görmek, eski bir dosta rastlamış gibi. Burada yaşanmış acı, mutluluk, aşk ve heyecanlara tanık olmuş bu ağaçların dili olsa da bize her şeyi anlatabilseler. Bunun imkanı olmadığından, burada yaşanmış hayatları ancak hayallerimizde canlandırıyoruz.
Sessizliğin hüküm sürdüğü bu köyün sokaklarındaki huzur içerisinde kendinden geçercesine uykuya dalmış kediler de hayatlarından memnun. Sokak aralarında hafif bir esinti şeklinde dolaşan rüzgarın sesine eşlik eden kuş seslerinin duvarlardan yasayarak kulağımıza gelen nağmelerinin bize verdiği çeşitli duygular içerisinde kendine özel bir yerde bulunduğumuzun farkına varmamak imkansız.
Anadolu, her seferinde insanı şaşırtacak kadar çok sürprizlerle dolu. Sahip olduğu zenginliler saymakla bitmez, gezmekle tükenmez ve de bir hayata sığmaz.
Doğanbey de, işte bu zenginliklerden birisi hatta örneğinin en fark yaratanı. Anadolu’nun yakın tarihini yansıtmasına rağmen doğa ve insanın ortaklaşa sanat eseri. Büyük bir kazanım. Görülmesi gereken bir belde.
Priene ve Milet gibi antik şehirleri ziyaret etmeyi planladığınızda bu köyü de planınıza dahil ederek programınızı ona göre yapın. Ancak benim önerim, yalnızca Doğanbey’e gitmek ve orada geceleyecek şekilde kalmanızdır.
Hoşça kalınız.

olay.salcan@gmail.com
olaysalcan.blogspot.com

Fotoğraf Galerisi: