12 Şubat 2020 Çarşamba

Munzur Baba

Kuti Deresi
Tunceli kent merkezine girmeden önce görülmesi gereken yerlerden birisi de Kutu deresi. Yörenin geçmişteki adı “Kuti Deresi”. Bu ad, zaman içinde evrilerek günümüzdeki halini almış.
Bir küçük not: Kutu Deresi aslında Dersim’de genişçe bir bölgenin genel adı; ama günümüzde sadece Tunceli merkeze yakın bir yer için kullanılıyor. Bir ikinci not: Dersim, bir şehrin adı değil,bir coğrafi bölge adı; yüzyıllar boyunca Kürtlerin, Zazaların, Ermenilerin, Türklerin ve Alevilerin yaşadığı bir bölgenin adı. Denildiğine göre Farsça’da  “gümüş kapı” anlamına geliyormuş.


XIX. yüzyılın sonlarında yöreyi gezen Antranik Yeritsyan, Dersim Seyahatname’sinde  “Kuti Deresi, Dersim’in tam merkezinde … büyük ve korkunç bir vadidir. Bu büyük vadinin sağ ve sol tarafında yüksek, heybetli kayalarla ormanlık dağlar vardır” der ve yöredeki ormanlara pek ayak basılmadığını kaydeder. Ancak, günümüzde Kutu Deresi denilen yerde birkaç tesis mevcut, dere yaz aylarında Tunceli’nin plajı haline geliyormuş!

Nihayet Tunceli
Evet, nihayet Tunceli merkezindeyiz. Şehir merkezi, Munzur Çayı ile Pülümür Çayı'nın birleştiği, vaktiyle Mameki Köyü'nün bulunduğu yerde inşa edilmiş. Burada daha sonra Kalan kasabası oluşturulmuş. Bu nedenle, Tunceli kent merkezi pek tarihi geçmişe sahip değil. Biraz açalım: 25 Aralık 1935’te çıkan bir kanunla Pülümür, Nazımiye, Hozat, Mazgirt, Pertek, Ovacık ve Çemişgezek ilçelerinden oluşan Tunceli vilayeti kurulmuş. Bu vilayetin geçici merkezi ise Elazığ olarak belirlenmiş. Tunceli valisi Elazığ’da oturuyormuş. 1946’da bir başka kanunla vilayet merkezi Kalan kasabasına taşınmış. Yani günümüzde Tunceli olarak bildiğimiz şehir, Mameki köyü ile Kalan’ın temelleri üzerinde yükselmiş. İlk önce askeri binalar, devlet daireleri ve lojmanlar yapılmış bunları yıllar sonra diğer binalar takip etmiş.
Yeni bir kent olması hasebiyle Tunceli’de öyle görülecek pek fazla bir şey yok ama üç heykel dikkati çekmekte.
Bunlardan ilki, şehrin girişindeki Cem Evi’nin bahçesinde bulunan Pir Sultan Abdal heykeli.

İkinci heykel, Kışla meydanında olan ve Dersim “isyanı”nın lideri olarak gösterilen Seyyid Rıza’yı simgeleyen heykel. Bu meydan özellikle akşam saatlerinde Tunceli öğrenci gençliğinin “sosyalleşme mekanı” niteliğinde. Herkes orada. 1930’lardan kalma ve meydana adını veren kışla binası restore edilmiş ve inşallah yakında müze olarak kullanıma açılacakmış, artık ne zaman gerçekleşir bilmiyorum. Son gelen haberler müzenin açıldığı yönünde, ama yine de gidip görmek gerek…

Son heykel ise şehrin ana caddesine paralel bir sokakta bulunmakta. İlginç bir hikâyesi var: Seyit Hüseyin, 1930’da Mazgirt’in bir mezrasında doğar. Kerpiç ve duvar ustalığı ile geçimini sağlar. 1938’de evi bombalandığı için kapalı alanlarda kalamaz, sokaklarda kendi halinde yaşayan birisi olur; ama her zaman takım elbiseli ve kravatlıdır. Hakkında bir çok “tevatür” yayılır. Artık bir “veli”, “evliya” ya da “ermiş” gibi bir kabul edilmektedir. Adı, halk içinde zamanla “Sevuşen”e dönüşür. 1994’te öldüğünde cenaze törenine binlerce kişi katılır. Tunceli milletvekili Kamer Genç, ertesi yıl, halk tarafından “Palavra Meydanı” olarak adlandırılan eski hükümet meydanına Sevuşen’in bir heykelini diktirir. Garip ama gerçek, bu heykel şimdi bir taksi durağının çatısında bulunmakta!!!



Tunceli bu kadar! Şimdi Ovacık’a doğru yola devam ediyoruz.

Ana Fatma Çeşmesi
Biraz ileride kutsal bir mekan olan Ana Fatma çeşmesi bulunmakta. Ana Fatma, Alevilerin en sevdiği, yücelttiği hatun kişi. Ziyarete gelenler mum yakıyor, yanlarında getirdikleri bidonları-şişeleri çeşmeden akan maden suyu tadındaki su ile doldurup gidiyor. Beş-on kilometre ötede de  Halbori gözeleri [pınarları] bulunmakta; ama doğru-dürüst yolu olmadığından her mevsim ulaşabilmek pek mümkün değil! 




Munzur Baba Söylencesi

Nihayet son yıllarda “efsaneleşen” Ovacık’a ulaştık. Ama önce kutsal bir mekan olan Munzur Baba gözelerini ziyaret etmek gerekli. Dersim yöresini yazmaya başladığımızda, “burada her taşın, her suyun bir hikâyesi var” demiştik. Tabii, Munzur Baba gözelerinin de bir hikâyesi bulunmakta. Anlatılanlardan birini özetleyerek aktarmaya çalışalım: 


Efendim, anlatıldığına göre bir zamanlar tek kızı olan bir “pir” varmış. Günün birinde pirin kızı ölmüş. Pir rüyasında kızını görmüş. Kızı; “Baba, mezarımı aç. Orada bir emanet var onu al” demiş. Bunun üzerine mezarı açmışlar ve bir çocukla karşılaşmışlar. Pir ertesi gün yine rüyasında kızını görmüş, kızı bu sefer “çocuğun adını Munzur koyun” demiş. Bu istek de yerine getirilmiş. Munzur yedi yaşına gelince Koyungölü civarında yaşayan bir ağanın yanında çobanlığa başlamış. Bir süre sonra ağa hacca gitmiş. Ağanın hacda olduğu bir gün Munzur, ağanın hanımının yanına gelmiş “Hanımın, ağanın canı sıcak helva ister, yap da götüreyim” demiş. Hanım, “galiba çocuğun canı helva istedi, yapayım bari” demiş; helvayı pişirmiş, bir torbaya koyup Munzur’a vermiş.
Bütün bunlar yaşanırken, ağa hacta namaz kılıyormuş; sağa selam verirken elinde bir torba ile Munzur’u görmüş. Namazını bitirdikten sonra Munzur’a “evladım, burada ne arıyorsun?” diye sormuş. Munzur da, “Ağam, canın sıcak helva istemişti, onu getirdim” diye yanıtlamış. Ağa torbayı açıp sıcak helvayı görünce başını kaldırıp Munzur’a birşeyler söylemiş istemiş ama onu görememiş. 
Gel zaman, git zaman Ağa hacdan geri dönmüş, köydeki herkes eline bir hediye alıp ağayı ziyarete gitmiş. Munzur ise götürecek bir hediyesi olmadığından bir bakraca süt doldurup onu götürmüş. Ağa, Munzur’u görünce köylülere “asıl hacı Munzur’dur, ben onun elini öpeceğim” diyerek Munzur’a doğru koşmuş. Munzur ise, “sen benim ağamsın, elimi öpmek de demek” diyerek kaçmaya başlamış. Munzur, kaçmaya çalışırken elindeki bakracı düşürmüş ve içindeki süt dökülmüş. İşte o anda sütün döküldüğü her yerden bembeyaz sular fışkırmaya başlamış. Fışkıran sular bir ırmak oluşturmuş ve Munzur bu ırmağın ötesine geçip kayıplara karışmış.

Bir başka rotada birlikte olmak dileğiyle…

M.Bülent Varlık
mbvarlik@gmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder