Kapadokya’ya tüm ziyaretlerim çocukluğuma denk geliyor. Hatırlamıyorum. Şimdi Tempo Tur rehberliğinde gezme, öğrenme, anlama vakti. Tunalı’dan kalkan otobüsümüzün ilk mola yeri Tuz gölü. Sonra ver elini Ihlara vadisi.
Her ne kadar vadi içinde seyrekleşse de müze girişleri bir hayli kalabalık. Hafta sonlarına, hatta özellikle resmi tatillere denk gelen zamanlarda gezilecekse müze kartları önceden almakta fayda var çünkü Kapadokya genelinde tüm girişlerde uzun bekleyişler yaşanabiliyor. Nihayet içeri girdiğimizde ise vadiye tepeden bakan bir terastayız. Burada fotoğraf çektirmemek olmaz.
Bu sırada rehberimiz vadinin tarihini anlatıyor. Burası 3. Yüzyıldan itibaren keşişlerin inziva ve ibadet yeri. Elbette medeniyetten el etek çekip böyle izole bir yere yerleşmelerinin bir diğer nedeni de güvenlik. Zira ilk yerleştikleri dönemlerde Hristiyanlık bu bölgede kabul görmüyor. Vadiye merdivenlerden iniliyor. Tam 380 basamak olduğunu vadiye ters yönden girip basamakları çıkmak zorunda kalanlardan öğreniyorum. Çocukların adımlarını saydığını duyuyorum “doksan beş, doksan altı…” Neyse ki bizim çıkış yönümüz farklı. Melendiz Çayı'nı takip ederek ilerliyoruz derinliği yer yer 100 metreyi bulan vadide. Burada taşlara oyulmuş sağlı sollu pek çok kilise var. Kiliseler küçük ancak güzel korunmuş. Öyle ki rehberimiz bize ikonalar üzerinden Hristiyanlık inancını anlatabiliyor. Daha ilk durağımızda gördüğümüz resmin kim olduğunu tanıyabilir hale geliyoruz. Kiliseleri gezdikten sonra vadinin çıkışına doğru keyifli bir yürüyüş var. Bir sonraki durağımız yeraltı şehirleri.
Kapadokya’nın beni en çok heyecanlandıran yerlerinden biri bu yeraltı şehirleri. Derinkuyu yeraltı şehrine giriyoruz. İçeriye atılan ilk adımdan itibaren ruh halleri değişiyor. Yer altında yaşamak nasıl bir şeydir herkes bunu konuşuyor. Burası Kapadokya’nın en büyük yeraltı şehri. Sekiz katlı şehrin ilk yerleşimcilerinin kim olduğu tam olarak bilinmese de amaç belli: saldırılardan korunmak. Burası tıpkı bir kale gibi içerdekileri güvende tutmak üzere tasarlanmış. Kolay bulunamayacak girişler, belli aralıklarla tünelleri tıkamak üzere kurulmuş mekanizmalar, içeri gireni sıkıştırabilecekleri dar geçişler… Tüm bunların yanında gündelik yaşamın parçası olan mutfak, ahır, kilise gibi bölümler… Şehrin en alt katına indiğimizde artık kabul ediyorum; burası gerçekten klostrofobik bir yer. Hayatta kalabilmek için yerin onlarca metre altına inip gökyüzü ile tüm bağlantısını kesebilmiş yerleşimcilere üzülüyorum. Şehrin kapanmasına yakın bizim de gezimiz bitiyor. Otele dönüp dinlenme vakti.
Kapadokya’da ilk sabahımız. Gökyüzünü kaplayan sıcak hava balonlarını seyredebilmek için gün doğarken kalkmak gerekiyor. Binmek içinse yoğun dönemlerde birkaç gün öncesinden rezervasyon yaptırmak gerekli. Uyuyup dinlenmek bana daha cazip geliyor çünkü daha gezilip görülecek çok yer var. Kahvaltıdan sonraki durağımız Göreme açık hava müzesi. İnşa edilmemiş, yalnızca oyulmuş koca bir şehir gibi. Dördüncü yüzyılda dini bir merkez olarak kurulmuş ve bin yıl boyunca büyüyerek varlığını sürdürmüş. Buradan çıkınca meşhur Avanos çömleklerinin yapımını görüp Uçhisar kalesine doğru yola çıkıyoruz.
Kaleye çıkmak biraz zahmetli. Fakat yukarıdaki manzaraya değiyor. Çok geniş bir coğrafyayı panoramik olarak ayaklarınızın ucuna seren kaleden hem coğrafyayı hem yerleşimleri uzun uzun incelemek mümkün. Sıradaki durağımız Zelve Vadisi de Kapadokya’nın en güzel yerlerinden biri. Yine kayalara oyulmuş bir yerleşim yeri olan vadi hem en eski hem de en uzun süre kullanılmış şehirlerden biri. Bölgedeki insanlar 1950’lere kadar burayı evleri olarak kullanmışlar. Neredeyse her taşın ardında tüneller, evler, ibadethaneler var. Yol boyunca tepelere oyulmuş pencereler bakıyor size. Tıpkı modern bir şehrin sokaklarında yürümek gibi. Ancak evlerin yerinde tam oluşmamış peri bacaları var.
Henüz Zelve’nin bıraktığı hayal dünyası etkisinden çıkamadan Paşabağ Vadisine gidiyoruz. Bu Vadi de eski bir yerleşim ancak asıl özelliği irili ufaklı peri paçaları ile çevrili olması. Kimi oluşma aşamasında, kimi ömrünün sonuna gelmiş, irili ufaklı peri bacaları arasında dar yollar var. Gün biterken mutlaka yapılması gereken bir şey daha var: bu muhteşem coğrafyada gün batımı izlemek. Rehberimiz bizleri gün batımını ayaklar önüne süren bir tepeye çıkartıyor. Masalar sandalyeler konulmuş, ağaçlar nazar boncukları ile süslenmiş… Bize de çayımızı alıp gökyüzünün yavaşça kızıla dönmesini seyretmek kalıyor. Bu gece Kapadokya’da son gecemiz.
Sabah erkenden yola çıkıyoruz. Bu gün ilk durağımız Keşlik Manastırı. Burada çok değerli bir insanla tanışma fırsatı buluyoruz. Cabir Coşkuner yıllardır manastırın rehberliğini ve koruyuculuğunu yapıyor. Hem keşfedilmesinde hem tanıtılmasında emek sahibi olduğu Manastırı bize Cabir Bey anlatıyor. Yalnızca ikonaları değil ikonalardaki tahribatları da anlatıyor bize. Gözleri oyulmuş bir ikonanın zarar vermek için değil, boyayı kaynatıp içerek şifa bulmak isteyen inançlı insanlar tarafından o hale getirildiğini tahmin edebilir miydiniz? Yemekhanesini ve evleri de gezdikten sonra Manastırdan ayrılıyoruz.
Roma döneminden itibaren yerleşimin başladığı vadide bu kez peri bacalarının yalnız içinin değil dışının da oyulduğunu görmek mümkün. Böylece kubbeli binalar ortaya çıkıyor ve bu genellikle kiliselerde görülüyor. Soğanlı vadisinin bir özelliği de Kapadokya ile özdeşleyen bez bebeklerin çıkış yeri olması.
Artık dönme vakti. Yol üzerinde Gümüşlük manastırına da uğradıktan sonra son kez biniyoruz otobüsümüze. Ankara giderek yaklaşıyor, güzel atlar diyarı Kapadokya giderek arkamızda kalıyor. Kapadokya’yı yalnıza tanımak bilmek yetmiyor. Deneyimlemenin verdiği o muhteşem his kalıyor yanıma.
Yazı ve Fotoğraflar: Dilara DOĞANGÜN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder