18 Ocak 2016 Pazartesi

AKDENİZ'İN EN BÜYÜK ADASI SİCİLYA ve MALTA

Akdeniz’in en büyük adası Sicilya 5,500.000 nüfusa sahip ve İtalya Cumhuriyeti’ne bağlı bir vilayet olmakla beraber özerk bir idareye sahip. Kendi yerel meclisi ve hatta milli marşı bile var.


Ada halkı bizlere yıllardır anlatılan, filmlere konu olan Mafya olgusundan çok çekmiş. Ancak, günümüzde Mafyanın şekil değiştirdiğini, söylüyor konuştuğumuz tüm Sicilyalılar. “Mafya, eski mafya değil” diyenlerin ses tonunda sanki biraz hayıflanma da var.
Hep sorulan şu oluyor genelde: “Güvenli mi?” Cevap çok net: Evet, güvenli. Hatta İtalya’nın geneline kıyasla daha da güvenli. Birçok Avrupa kentinden daha da güvenli. İnsanları çok misafirperver Sicilya’nın. Çok yardımseverler, içtenler, sıcaklar. İtalya’nın genelinde görmeye alışamadığımız derecede yardımseverler. 
Sicilya mutfağı ile de mükemmel bir seçenek. Deniz ürünleri çok zengin ve taze tüketiliyor. Catania’nın merkezinde Piazza dell’Elefante’nin hemen arkasında hergün kurulan bir balık pazarı var. Saat 11.00’de bitiyor bütün ürünler.

Karidesten tutun Akdeniz’in tüm balık çeşitlerine ne ararsanız taze taze alabiliyorsunuz. Tabii pişirme imkânı olmayanlar için de etrafta çok sayıda balık pişirme evi kıvamında restoranlar bulunuyor. Bunun dışında “Arancini” dedikleri bizim içli köfteye benzer bir yiyecekleri var ki içine koyulan malzemenin cinsine göre tatlar değişiyor. Ancak, en yaygın olanı bezelyeli, kıymalı ve mozzarella peynirli olanı.


Bir de patlıcanı çok seviyor Sicilyalılar. Hatta o kadar çok seviyorlar ki içine patlıcan koyulan bir yemek olduğu zaman İtalyanlar “Sicilya usulü” demeyi tercih ediyor. Son yıllarda adanın etrafında gittikçe azalan, ancak Sicilyalıların en sevdiği deniz ürünü Kılıçbalığı halen sofraların vazgeçilmezi. Öyle ki seçim malzemesi olarak siyasiler tarafından kullanılıyor ve “Biiiiz, iktidara gelirsek, kılıçbalıkları artık kıyılarımızda avlanabilecek!” bile diyorlar. Şaka bir yana en sevilen deniz mahsulü olma özelliğini koruyor kılıçbalığı filetoları.
Ada’nın anakaraya (İtalya’ya) en yakın noktası Messina Boğazı ve burda da Messina isimli kent kurulu. Sicilya’ya kadar gelip de görülmesi mutlak gereken bir yer ise Taormina ve buradaki antik Yunan-Roma tiyatrosu. Bu yüzdendir ki gezi programımıza dahil ediyoruz.  



Sicilya’nın simgesi hiç kuşkusuz Etna Yanardağı. Adı Yunancadan geliyor ve fırın, ocak gibi bir anlam ifade ediyor. Sicilya yaklaşık olarak 2 asır boyunca Arap hakimiyetine girmiş olması sebebiyle bu dağa Araplar Gabal al Nar yani ateş dağı adını vermişler. Sonraları, Arap hakimiyeti bitince Gabal ile Latince dağ anlamına gelen Mons kelimesinden türeyen Mongibel demişler dağa Sicilyalılar. Yani yarısı Arapaça yarısı Latince olan ve “dağların dağı” gibi bir anlama geliyor. Öyle ya da böyle çok muhteşem bir dağ Etna, öyle ki uçağımız Catania Havalimanına inerken tüm haşmetiyle bizlere “hoşgeldiniz!” diyor 3300 metre yüksekliği ile. Tabii buraya da çıkmadan olmaz. O yüzden 2000mt yükseklikteki sönmüş krater ağızlarını görmeye gidiyoruz bu yanardağın.

Arap hâkimiyeti yıllarında Sicilya’nın merkezi olarak Palermo seçilmiş ve günümüzde de Sicilya Özerk Bölgesi’nin başkenti Palermo. Catania kentinden 220 km uzaklıkta ve muhteşem bir coğrafyaya sahip. Şehrin sırtı dağlarla çevrili geniş bir midye kabuğu şeklinde bu yüzden ta eski çağlardan beri buraya “Conca d’oro”, yani “Altın Havza” denmiş. Altın denmesinin sebebi narenciye ağaçlarının üzerindeki meyvelerin bu dağların eteklerinde altın gibi parıldaması değil sadece, verimli topraklarına da bir atıf olsa gerek. Palermo’yu gezerken Mario Puzo’nun aynı adlı eserinden uyarlanan “The Godfather III” yani Baba filmi serisinin sonuncusunun final sahnesinin çekildiği Teatro Massimo’ yu ve Sicilya Özerk Bölgesi Parlamentosu’na da ev sahipliği yapan Norman Sarayını, Palatina Şapelini, Palermo Katedralini görmeden dönmek olmaz.





Sicilya’yı hâkimiyeti altına almış olan topluluklar o kadar çok ki, Fenikelilerden başlayarak sırasıyla Yunan, Roma, Vandal, Ostrogot, Vizigot, Arap, Bizans, Norman, İspanyol, Katalan, Fransız, İngiliz, Alman ve sonunda İtalyan hâkimiyetine girmiş. O yüzden konuştukları dil İtalyanca değil. Tamamen apayrı bir dil olan Sicilyaca. Akdenizli olmanın getirdiği özellikten dolayı bizlere de çok benziyorlar hem fiziken hem de örf adetler bakımından. Tabii, son yıllarda Avrupalılaşma süreciyle birlikte bayağı bir kopuş olmuş geleneklerden. 
İklim itibarıyla tam bir Akdeniz coğrafyasına sahip olan Sicilya, yazın çok sıcak oluyor. Ama, en güzel mevsim ilkbahar ve sonbahar ayları. Yılbaşında gittiğimiz Sicilya ise bize bahar aylarının sıcaklığını sunuyordu gündüzleri 21 derecelik sıcaklığı ile...
Tempo Tur ile yaptığımız gezilere Akdeniz çanağı içinde birbirlerini tarihi bakımdan tamamlayan, bütünleyen ve pekiştiren ülkeler, medeniyetler kervanına Sicilya-Malta turumuzun ilk durağı olan Sicilya  adasını gezdikten sonra akşam uçağı ile ½ saatlik yolculuk sonrası vardığımız, belki de en otantik kalmış ada olan Malta ile devam ediyoruz. Sicilya başlı başına bir yazı konusu olduğu için ayrı bir gezi notunda bahsini etmiştim.



Malta ise, yüzölçümü sadece 237 km2 olan ve aslında 3 büyük ada ve 2 küçük adadan oluşan tamamen apayrı ve bağımsız bir ülke. Başkenti olan Valletta, adını Osmanlı kuşatmasına karşı adayı koruyan ve sonunda da savaşı kazanan Fransız kökenli büyük üstat lakaplı şövalyeden alıyor. 
Malta deyince akla hemen St. John şövalyeleri geliyor. Hikayesi gerçekten çok ilginç olan St. John şövalyeleri ta da diğer adıyla Malta şövalyelerinin ilk ortaya çıkışı 11.yy civarı ve tamamen hristyan hacılara sağlık hizmeti sunmak maksatlı olarak ortaya çıkan bir tür tarikat. Bu yüzdendir ki ilk adları da hospitaliyer, yani hastane şövalyeleri. Ancak, daha sonraları Akdeniz’ de seyreden ve hıristyan olmayan gemilere saldırmaya başlayınca Kanuni sultan Süleyman döneminde 1565 yılında Osmanlı donanması adına Kaptanıderya Turgut Reis buraya bir kuşatma uygular. Bu kuşatma 4 ay sürecek ve Turgut Reis de burada şehit olacaktır. Dolayısıyla da kuşatma kalkacak ve Malta şövalyeleri gücünü tüm Avrupa’ya duyurma imkanı bulmuş olacaktır. Kuşatmanın kalktığı 11 Eylül tarihi bu nedenle halen Malta’da bir festival havasında kutlanmaya devam ediyor.
Tarihimizle bu kadar alakalı olan bir ada Malta ve insanı gerçekten çok yardımsever. Turizm ve dil okulları ülke ekonomisinin temel kaynakları. Kişi başı milli geliri 17.000 €. 1964 yılına kadar İngiliz sömürgesi olarak kalan ve aynı tarihte bağımsızlığını elde eden Malta, 2004 yılında AB’ye girdi, 2007 yılında da Schengen üyesi oldu. Kullanılan para birimi tüm Avrupa’nın kullandığı Euro. İngiliz etkisi her yerde kendini gösteriyor bunun en açık örneği trafiğin soldan akması. Ada küçük, nüfus 450.000 olunca ve bir de buna turist yoğunluğu eklenince sabah ve akşam saatlerinde trafik sorunu da yaşanıyor bu küçük adada. 
Gezilip görülmesi gereken, son derece sade ama bir o kadar ilgi çekici bir ülke Malta. Özellikle başkent Valletta birbirini dik kesen ve denize doğru uzanan sokakları ile bize İstanbul’un Galata Beyoğlu semtindeymişiz hissini veriyor. Eski büyük limandaki haşmetli kaleler, özellikle de üst kışla bahçeleri tabir edilen seyir terasından bakıldığında, 1565’deki Osmanlı kuşatmasına karşı nasıl direniş gösterildiğinin birer kanıtı olarak nefis resimler veriyorlar. 
Ülkeyi sadece tarihi yerleri görmek maksadıyla gidiyorsanız ilk ve sonbahar ayları çok uygun. Yaz boyunca sıcak ve nemli bir hava deniz tatili için ideal olabilir. Dalış okulları ve deniz sporları için yaz tatilinizde mükemmel bir alternatif olabilir. Ülkede metro, tren gibi ulaşım araçları mevcut değil. Bu yüzden ya organize bir turla ya da belediye otobüsleri ve teknelerle  gezmek gerekiyor. Gce hayatı son derece hareketli olan Malta’da özellikle St. Julians tarafı tercih edilmeli. Avrupa’nın bir çok ülkesinden üniversite okumak için Malta’ya gelen genç nüfus buraya gerçekten çok hoş bir dinamik katmış.
Malta’ya gittiğinizde görülmesi gereken yerlerin başında Valletta’nın ara sokaklarına dağılmış olan şövalyelerin bir zamanlar yaşamış olduğu Aubergin adı verilen hanlar. Gerçi, bunların çoğu günümüzde bakanlık binaları olarak kullanılmakta. 
Valletta’ya 1 saat mesafedeki Mosta kentindeki kilise görülmeye değer. Mdina ve Rabat kentleri ise Malta’nın bence en otantik kentleri. Bu iki şehir artık birbirine geçmiş durumda. Cumbalı evleri, güzel sokakları, jazz klüpleri ve nefis kahve dükkanları ile Mdina ve Rabat’ı görmeden dönmeyin Malta’dan.
Mutfak kültürüne gelince: Malta'nın geleneksel mutfağının büyük kısmini her şeyden evvel balık ve sebze oluşturuyor. Tavsan etiyle yapılan yemekler bugün bile çok yaygın. Ada üzerinde çok az doğal koşullarda yaşayan hayvan bulunmakta, dağ tavşanları bu nedenle çok nadir ve çok küçüktür. Ada mutfağı tarihsel olarak birçok kültürün adaya etkisi olması nedeniyle oldukça zengin ve çeşitlidir. Sicilya, Kuzey Afrika ve  Türk mutfağına hiç de yabancı değil damak tadı olarak. Çorba bir vazgeçilmez ada mutfağında. Sebze, kabak, balık çorbaları denemeye değer. Adaya özgü Gbejniet peyniri keçi sütünden elde ediliyor ve çok meşhur. Özellikle de Malta’ya özgü içi yumuşak dışı çıtır ekmekle yenirse…
Şarapları da son derece başarılı olan Malta’da alkolsüz alternatif olarak yöreye özgü bir içecek olan Kinnie önerilebilir. Hafif acı bir limonata kıvamında bir içecek olan Kinnie serinletme konusunda özellikle yaz aylarında son derece başarılı.
Malta’da yapacağınız gezi sonrasında evinize dönerken Maltalıların kibarlığı, misafirperverliği, ada ikliminin huzur veren dinginliği kalıyor aklınızda. Büyük kentlerde sıkışıp kalmış, ufkunu genişletmek isteyen herkese önerim bir Malta kaçamağı yapması olacaktır.
Yazı : Nezih Yılmaz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder