3 Ekim 2012 Çarşamba

Fidel Castro Ölmeden Küba'yı Gör!


Che, "Fidel’e Şarkı" (Canto a Fidel) adlı şiirinde Küba adasını yeşil bir timsaha benzetir ve Fidel’e seslenir:
“Hadi gidelim şafağın ateşli peygamberi,
kimselerin bilmediği gizli yollarda buluşalım,
kurtarmak için o aşkla sevdiğin yeşil timsahı…”

Tüm gezginlerin arasında dolaşırdı bu söz ve daha görmediğim bu ülke için ben de aynı cümleyi kurardım: "Fidel Castro ölmeden Küba’yı gör".

İlkinde turla gittiğim ülkeyi nasıl gezebileceğimi öğrenip, bir sonraki sene tek başına Kübalılar arasında 20 gün geçirdikten sonra bu önerinin haklılığını anladım. Her ne kadar Kübalılar Fidel’den sonrası ile ilgili sorularıma "Devrim tek kişinin omuzlarında mı duruyor?" diye cevap verseler de, Fidel’in aynı karizmaya yaklaşamayan kardeşi Raul’un, başka ülkelerde yaşayan ve genellikle para gönderen akrabalar ve internet aracılığıyla öğrendikleri dış dünyayı özleyen bu halkı bu koşullarla yönetmeyi sürdürmesi zor görünüyor.


1990’lara kadar bu yegane sıcak iklim sosyalist ülkesinin turistleri doğal olarak doğu blokundan gelmiş. SSCB'nin çöküşünden sonra ortaya çıkan finansal sıkıntıyı gidermenin yolunu kapıları batılı turistlere açmakta bulmuşlar. Turizmle birlikte bir zamanlar Amerikan mafyasının kumar ve eğlence merkezi olan bu güzelim adada turistlere kaçak puro, ucuz yatak, kadın ve daha ne isterseniz sağlayan jineterolar türemiş bile. Hatta turizmden gelir sağlayan Kübalılar zengin olmaya başlayınca, yıllar boyu okuyup çalışmanın anlamsızlığına inanmaya başlamışlar. Ve sorular birbirini kovalıyor: "Küba, kapılarını açtığı küresel turizm rüzgarıyla kendi sonunu mu hazırlıyor?", "Bunca zaman Amerikan emperyalizmine direnen Küba devrimi, turizm karşısında değer mi yitiriyor?", "Bu kaçınılmaz bir değişim mi, yoksa Küba kendi arzusuyla değişen dünyaya ayak uydurmaya mı çalışıyor?"


Ancak değişiklik zamanının geldiğini savunanlar ve bekleyenlere karşılık "her şeye rağmen Küba direnecek" diyenlerin sayısı da az değil. Duygularınız coşar, gençliğinizin idolü Che ile ilgili okuduğunuz her şey beyninizde geçit yaparken "Viva Che" diye bağırırsanız, sokaktaki sıradan insanların sol yumruklarını kaldırıp "Viva Cuba, Viva Che" diye karşılık verdiklerine tanık olursunuz.


Ama somut gözlem şudur: Kübalılar tüm ambargolara, yoksulluğa rağmen hala en gelişmiş kapitalist ülkelerdekinden daha neşeli, daha sağlıklı, daha mutlu ve en güzeli daha onurludurlar ve Sovyetlerin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni dünya düzeni, ABD'nin Fidel başa geldiği günden beri süren yıkma girişimleri, suikastler ve ambargolara rağmen ayakta kalabilmeyi başarabilmişlerdir. Ülkeye gönül bağı olanların böyle bir geziden sonra Küba’ya ve Küba halkına sevgisinin ve saygısının artmaması olası değildir.


Küba yolculuğuna herhalde herkes gibi Ciudad de La Habana’da, yani başkent Havana’da başladık. Aylardan Mart, hava çok sıcak. Havana şehri üçe ayrılmış: 1982’de UNESCO kültürel mirası listesine alınan Habana Vieja, yani "Eski Havana", şehrin kültür merkezi "Vedado" ve Centro Habana, yani "Havana Merkez". Bunların içinde en güzeli devrimden sonra halka dağıtılan eski ihtişamlı evleri ve sokaklarıyla Eski Havana bölgesidir. Turizmden gelen parayla merkezden başlayarak arka sokaklara doğru yayılan bir restorasyon programı çerçevesinde yenilenen geniş bahçeli, iç avlulu bu koloni tarzı evler şehrin tüm geçmişini anlatıyor. Eski binalarla birlikte devrim öncesinden kalan 50'li yılların Amerikan otomobilleri görüntüyü tamamlıyor.


Sovyet mühendislerin zamanında Lada motorları taktığı klasik Amerikanlar ülke insanının renkli giyim sevdasına eşlik edercesine rengarenk dolaşıyorlar. Eski Havana'nın en güzel yerlerinden sahil caddesi "Malecon"da oturup aşıkların kol kola ellerinde rom şişeleriyle geçişini seyrederken insan onların romantizmine kendini kaptırıveriyor. Washington’daki Capitol’un birebir kopyası olan eski başkanlık sarayı "El Capitolio" ise nereye giderseniz gidin sonunda önünüze çıkıyor.


1400’lerde Colomb’un ayak bastığı ada, daha sonra kölelerin toplanma yeri olarak kullanılmış. 1590 yılında kurulan ülke, 1895’te bağımsızlığını ilan ettiğinde, İspanya Latin Amerika’daki son kalesini kaybetmiş. Bir zamanların en ünlü limanlarından biri olan Havana Limanı'ndan başlayan eski Havana bölgesinin Katedral Meydanında bir zamanlar bölgenin denizcilerine ve tüccarlarına hizmet eden fahişe nüfusunun 500.000’e ulaştığı söylenmektedir. Bir tarihi bilgi daha: Amerika 1899 yılında Guantanamo’yu 99 yıllığına kiralıyor. Amerikanın girdiği yerden çıktığı görülmediğinden Küba topraklarında bir Amerikan hapishanesi varlığını sürdürüyor. Hatta Amerika Guantanamo topraklarına değmeyi başaranları Amerika’ya göndermeyi bile vaad ediyor. Kübalıların anlattığına göre, Küba Devleti de bu alanın çevresine mayın döşemiş.


Küba’nın her kentinde bir Plaza de la Revolucion, yani bir "Devrim Meydanı" vardır. Her yıl 1 Mayısta yüzbinlerce Kübalı’nın devrimi kutlamak için toplandıkları, Fidel’in meşhur konuşmalarına sahne olan, bir yanda Kübalılar’ın bağımsızlık savaşını başlatan şair Jose Marti adına yapılmış 142 metre yüksekliğindeki dev anıtın önünde şairin heykeli, diğer yanda Che’nin metaldan dev bir kabartma portresinin bulunduğu İçişleri Bakanlığı binasını barındıran Havana Devrim Meydanı, bir sonraki 1 Mayıs’ı Küba’da geçireceğinize dair kendi kendinize söz vermenizi sağlıyor.


1950’lerde General Fulgencio Batista’nın sarayı olan muhteşem bina, bahçesinde hala yanmakta olan devrim ateşiyle ziyaretçileri karşılayan Devrim Müzesidir. Devrim öncesi, devrim süreci ve sonrası kronolojik olarak sergilenmektedir. Meydandan yürüyerek ulaşılan Havana Üniversitesi’nin bahçesinde 1958’de "Genç Komünistler Birliği" tarafından ele geçirilen tank sergilenmektedir. 11 milyonluk ülkede toplam üniversite sayısı 50, üniversitelere bağlı araştırma merkezi sayısı 73, öğrenci sayısı 2 milyon 400 bin ve son 40 yıl içinde üniversite mezunu sayısı 700.000. Ayrıca 120 farklı ülkeden 20 bin öğrenci Küba üniversitelerinden mezun olmuş ve bazı yoksul ülkelerden gelen öğrencilere de yüksek lisans ve üniversite eğitimi sağlanmıştır.

Eğitim gibi sağlıkta kazanılan büyük başarılarla bebek ölüm oranı Latin Amerika’daki en düşük oran olan 6.22’ye düşürülmüştür. Eğitim ve sağlık hizmetleri tüm halka ücretsizdir.


Havana'ya gelip Ernest Hemingway’in ayak izlerini takip etmemek mümkün müdür? Yazarın mojitosunu içtiği "La Bodeguita" ve daiquirisini içtiği "El Floridita" mutlaka ziyaret edilecek iki bardır. Her köşe başında, sokakta, meydanda, lokantada müzik yapan gruplar turistler için en çok Carlos Puebla tarafından Che için yazılmış ünlü "Hasta Siempre Comandant" şarkısını çalarlar. Çalmaya ara verdiklerinde de izleyicilere CD'lerini satmaya çalışırlar, o sırada sizin aklınızda ise mutlaka salsa öğrenmek düşüncesi vardır. Dansların gözalıcı kıyafetleriyle muhteşem vücutlu dansçılar tarafından icrasını görmek içinse Küba'nın en ünlü gece kulübü Tropicana'ya gitmek şarttır.


Hem kapıda hem de işçilerin çalıştığı yerdeki gözetmenlerin orada görevlendirilmelerinin gerekçesi olan puro satışını görmezlikten geldikleri ama fotoğraf çekimini içten bir çabayla engelledikleri bir puro fabrikasına gidiyoruz. İşçiler ısrarla Cohiba kutularını gösterip bunları birkaç avroya satmaya çalışıyorlar. Göz göze gelerek anlaştığınız işçi fabrika çıkışında sizi parkta bekliyor. İşçilerin günlük haberlerden ve kültür faaliyetlerinden uzak kalmamaları için her gün bir işçi sabahtan öğlene kadar günlük gazeteleri, öğleden sonra klasik romanlardan birini mikrofondan tüm fabrikaya okuyor.


"Karayiplere kadar gelmişken biraz deniz güneş tatili yapalım" diyenlerin mekanı iki tarafında kilometrelerce uzanan sahilleriyle bir yarımada olan Varadero’dur. Devrimden önce Amerikalılar tarafından kurulan, oteller ve tatil köyleri ile dolu bölgede kendinizi Küba’nın dışına çıkmış gibi hissedersiniz. Burası Küba’nın ruhunu taşıyan bir yer olmaktan çok uzak, dünyanın herhangi bir yerinde rastlanabilecek bir tatil beldesidir.


Ülkenin güney kıyısında, çoğunluğu tek katlı, rengarenk boyalı bitişik nizam koloniyal tarz binaları, meydanı, kilisesi ve parke taşlı sokakları ile 1988'de UNESCO dünya mirası listesine alınan Trinidad yaşamın sokağa taştığı küçük bir kasaba. İnsanlar her zamanki gibi şortları, tişörtleri ve terlikleriyle evlerinin önlerinde merdivenlere ve bazen verandalarında sallanan koltuklarına oturmuş muhabbet ediyorlar.


Havana’da gördüğüm gibi, Cienfuegos, Santiago’da göreceğim gibi bir çok evin pencereleri ardına kadar açık. Kapı önü sohbetine katılmayanların eğlencesi ise televizyon. Gençler "Casa de Musica"da salsa yapıyorlar. Onları seyrederken mojitoları yudumlamak da biz turistlere düşüyor.


Turistlere sunulan seçeneklerden biri de bembeyaz kumlara sahip ve yerleşim olmayan adalarda dalış imkanıdır. Katamaranlarla ulaşılan bu korsan adalarında sizi öğlen yemeğinizi servis edecek iki kişi ile turistlerin yemek artıklarıyla beslenmeye alışmış, insandan kaçmayan iguanalar karşılar. Katamarandan karaya kadar olan sığ bölgeyi geçmemizi sağlayan Zodyak botlar, zaman zaman sokaklarda görülen, yurtdışındaki akrabaların getirdiği yeni model arabalar gibi detaylar, tamir bekleyen binalarla, Amerikan arabalarıyla ve gündelik yaşamla çarpıcı bir tezat oluşturuyor. Ama dalınan resifler; mercanlar, süngerler, balıklar ve diğer yaşam formları açısından oldukça zengin.


Santa Clara. Che ve arkadaşlarının kemikleri Küba’ya getirildiğinden beri bu ülkeye ama özellikle bu şehre Che için yapılan anıt mezarı görmeye gitmek istedim. "Monumento Ernesto Che Guevara"nın etrafında Che’nin yaşgününe ithafen dikilen 28 palmiye ağacının çevrelediği geniş alanda Che'nin kaide üzerindeki dev heykelini selamladıktan sonra, anıtın altında Che'ye ait eşyaların ve Santa Clara muharebesine ilişkin fotoğraf ve eşyaların sergilendiği müze ile Bolivya'da öldürülen 38 devrimcinin büstlerini ve 17’sinin kemiklerini barındıran mozoleyi ziyaret ettik.

Silahlı Devrim Müzesinde sergilenen, 1958 yılının Aralık ayında Ernesto "Che" Guevara komutasındaki gerillaların Batista'ya bağlı birlikleri yenilgiye uğratarak ele geçirdikleri treni gezerken "Gerillanın Günlüğü"ndeki satırlar beynimizde yeniden canlandı.


Devrimin üçüncü önemli kişisi Camilo Cienfuegos’un şehri Cienfuegos’tayız. Beyaz nüfusun çoğunlukta olduğu şehirde İspanyolların tüm Güney Amerika kolonilerinde uyguladıkları tipik şehir yapısının merkezi Plaza Mayor’u çevreleyen katedral, tiyatro binası, Casa de la Cultura (Kültür Evi), ortadaki Jose Marti heykeli tek tek zihinlere kazınırken yine bir grubun müziği bize eşlik ediyordu.


Küba’nın on dört eyaletinden en batıda yer alanı Pınar Del Rio’da içi doğal göl olan bir mağarayı bot ile geçerek, 200 milyon yıllık geçmişe sahip olan ve UNESCO tarafından ‘kültür mirası’ ilan edilen Vinales Vadisi’ne gidiyoruz. Sovyetlerin dağılmasından sonra şeker kamışını alacak müşteri kalmayınca bölgede tarım durmuş.

Bir de doğudan bir şehre, devrimin ayak izlerinde Santiago’ya gidelim. Fidel ve arkadaşlarının ele geçirmek için saatlerce çatıştığı Moncado Kışlası’nın duvarlarında kurşun izleri ilk günkü gibi duruyor. Batista döneminde karakol olan bina devrim sonrasında 26 Temmuz Müzesi olmuş. Devrime en güçlü desteği de bu kent vermiş. Siyah nüfusun ağırlıkta olduğu bu kentte C’espedes Meydanı, Plaza Dolores, Rom Müzesi, Bacardi Müzesi, her bina, her meydan, her sokak devrimin izini taşıyor adeta.  Koloniyal binaların arasında gezenleri hiç durmayan müzik takip ediyor ve sanki bu kentte müzik ve dans diğer kentlerden farklı olarak bir ayin gibi yaşanıyor.


1961 yılından beri ABD baskısıyla BM ablukası altında olan ülke Sovyetlerin yardımıyla 1970 ve 80  dönemini atlatıp 90’lara geldiğinde ambargo ağırlığını daha fazla hissettirmeye başlamış. Ayrıca ambargo sadece ekonomik uygulamalarla sınırlı kalmayıp, insani ihtiyaçları da kapsadığından gıda, ilaç ve malzemelerin dışarıdan alınması imkansız hale gelmiş. 1990’da başlayan ve 2000’in başına kadar devam eden, Castro’nun deyimiyle "Periodo Especial" yani "Özel Dönem" olarak adlandırılan bu dönemde, Castro herkesten fedakarlık yapmasını istemiş.

Küba halkı yokluklarla savaşırken Amerika fırsatı değerlendirip ambargoyu daha da sıkılaştırınca yeni bir çıkış yolu bulmak kaçınılmaz olmuş. Castro, 1993 başında Küba’yı turizme açarken, bazı alanlarda özel yatırımı ve halk arasında küçük çapta ticareti de serbest bırakmış. Turistler casa particular adı verilen evlerde kalıp paladar denilen ev lokantalarında karınlarını doyurabiliyorlar.


Ülkede iki çeşit para kullanılıyor. Biri dolara karşı Castro’nun geliştirdiği bir çözüm olan "convertible peso" diğeri "peso cubano" yani ulusal peso. Turistler kısaca "CUC" olarak adlandırılan convertible peso kullanılırken, Küba halkı "ulusal peso" kullanıyor. 1 convertible peso yaklaşık 25 ulusal pesoya denk geliyor.  Ama sorun ülkede artık bir çok yerde convertible pesonun geçerli olmasına rağmen maaşların normal peso olarak ödenmesi ile başlıyor. Çünkü ulusal pesoyla geçinmek zorunda olan Kübalılar’ın alım gücü düşük kalıyor.


Turizm endüstrisinde çalışanlar, taksi şöförleri, garsonlar, müzisyenler, maaşlı doktorlardan, öğretmenlerden, mühendislerden daha fazla kazanıyor.Turizmin Küba’yı çok değiştirdiğini söylüyor Kübalılar. Tertemiz Karayip denizi, bembeyaz kumlar, güneş, müzik, rom, puro, melez kızlar yani turist için herşey ve turistlerin cebinde bunları satın alabilecek para var.


Küba adına casusluk yaptıkları gerekçesiyle Amerika’da tutuklanan 5 Kübalının resimlerinin yanında Volveran (Dönecekler), Fidel, Che ve Cienfuegosun resimlerinin altında Hasta la Victoria siempre (Her zaman zafere kadar), Patria o muerte (Ya Devrim ya ölüm) yazılarını okuyarak havaalanına doğru yol alıp, Küba’ya veda ederken bir diğer vedayı, 1 Nisan 1965 tarihinde Che’nin kaleme aldığı veda mektubunu düşünüyorum:


"…Dünyanın başka toprakları benim mütevazi çabalarımın katkısını bekliyor.  Senin Küba başkanı olarak taşıdığın sorumluluklar nedeniyle yapamadıklarını ben yapabilirim. Ayrılma saatimiz geldi. Bunu yaparken hem sevinç, hem de acı duyduğumu bilmelisin. Kurucu olarak en saf umutlarımı, sevdiğim insanlar arasından en sevgili olanı ardımda bırakıyorum. Beni oğlu gibi bağrına basan bir halkı arkamda bırakıyorum. Yine de ruhumun bir parçası olarak kalacaklar. Yeni savaş alanlarına, bana aşıladığın inancı, halkımın devrimci ruhunu, en kutsal görevi yerine getirmenin, dünyanın neresinde olursa olsun emperyalizmle savaşmanın bilincini götüreceğim. Bu ise en büyük yürek acısını bile yüz kez dindirir ve yatıştırır. 

Başka gökler altında son saatim geldiğinde benim son düşüncem bu halk ve özellikle sen olacaksın. Öğrettiklerin için ve eylemlerimin en son sonuçlarına dek sadık olmaya çalışacağım örneğin için sana teşekkür ettiğimi, devrimimizin dış politikası ile her zaman özdeşleştiğimi ve buna devam edeceğimi, sonumun geldiği herhangi bir yerde Kübalı devrimci olmanın sorumluluğunu duyacağımı ve öyle davranacağımı, çocuklarıma ve karıma maddi hiçbir şey bırakmadığımı ve bundan üzüntü duymadığımı, aksine sevindiğimi, onlar için hiçbir şey istemediğimi çünkü devletin onlara yaşama ve eğitim görmeleri için gereken her şeyi vereceğini biliyorum. Hasta la Victoria siempre! Patria o muerte!"

Adios Cuba, Adios Comandante. Mutlaka yeniden görüşeceğiz...


YAZI: Efsun Müftüoğlu FOTOĞRAFLAR: Tempo Tur Arşiv  

2 yorum:

  1. Harika fotograflar, Kuba`ya gitmek en buyuk hayalim

    YanıtlaSil
  2. Her zaman hayalim olan Küba ya Fidel yasarken gitmekti ama yetisemeyecegim..

    YanıtlaSil