17 Mayıs 2020 Pazar

Petersburg

1703 yılında, Neva Nehri’nin Baltık Denizi’ne döküldüğü bölge bataklık bir araziydi. O tarihte İsveç ile savaş halinde olan Rusya’nın kale inşa edilecek bir yere ihtiyacı vardı. Bölgeye keşfe giden askerlerin başında, bizzat Rus Çarı Petro vardı. Çar için Baltık kıyısındaki bu bataklık arazi umut vaat ediyordu. Çar Petro kıyıya yakın bir noktayı seçti ve “Şehir burada olacak” dedi.
Bizim tarihimize “Deli” olarak geçen ama Rusların “Büyük” dediği Çar Petro hayallerini bu bataklıkta gerçekleştirecekti. Oysaki uçsuz bucaksız topraklara sahip bir ülkenin yeni umutlara açılacak ve doğunun penceresi olacak bir hayal şehri için bu kadar kötü iklim ve coğrafyaya sahip çok az toprak vardır herhalde.





Yirmi bin asker tüm alet ve malzeme yoksunluğuna rağmen, elleriyle kazıdıkları toprağı kıyafetlerini çuval gibi kullanarak taşıdılar ve dört aylık hırslı bir çalışmanın ardından Peter ve Paul Kalesini inşa ettiler. Bu sürede iş gücünün neredeyse yarısı öldü. Halen ayakta olan bu kale şehrin sembollerinden biridir. Siyasi hapishane olarak kullanıldığı dönemde Dostoyevski, Gorki, Troçki gibi isimler de bu kale duvarları içinde hapsedildiler.
1710’da zaferle sonuçlanan İsveç savaşlarının ardından, çeyrek milyon serf ve asker ormanı temizlemek, kanal kazmak, yolları döşemek ve sarayları yükseltmek için gece gündüz çalıştı. St.Petersburg peri masallarındaki sihirli şehirler gibi inanılmaz bir hızla büyüdü. Çar Petro şehrin planlamasını bizzat takip etti ve Avrupa başkentlerinden beğendiği saray ve kilise mimari özelliklerini uygulayarak şehri şekillendirdi. Ondokuzuncu yüzyıl yazar ve filozofu Alexander Herzen, Petersburg için “Diğer bütün Avrupa şehirlerinden, onların hepsine benzemesi ile ayrışıyor” diyecekti.
St.Petersburg, Rus insanını Avrupalı olarak yeniden yapılandıracak toplumsal ve kültürel bir değişim projesiydi. Petro’nun hayal ettiği gibi, Petersburglu olmak, karanlık ve geri kalmış Moskova adetlerini geride bırakıp, Avrupalı modern bir Rus olmaktı. İşte bu yüzden turlarımda önce Moskova’yı sonra St.Petersburg’u anlatmak isterim. Önce tarihin daha derinlerindeki Rus’u, ülkenin kuruluşunu, inanışlarını, mimarisini, sonra Avrupalı Rus’u anlatırım.
Petro ile onu takip eden Çar ve Çariçelerin bir halı deseni gibi ilmek ilmek dokuttuğu şehir, hala Rusya’nın batıya açılan penceresi olma özelliğini koruyor. Kanalları, köprüleri, sarayları ve parklarıyla şehre gelenleri büyülemeye devam ediyor.


Petersburg’u ziyaret edenler, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanında Raskolnikov’un ruhsal çelişkisinde anlatımını bulan aydınlık ve karanlığı, Nevski Caddesi’nde gösterişli binaların cepheleri ardındaki çöpler birikmiş avlularında hissederler. Muazzam sarayları gezerken devrimin neden bu topraklarda yapıldığını iliklerine kadar hissederler.
Öğrencilik yıllarımdan beri görmeye doyamadığım bu şehri, en yakın zamanda tekrar anlatabilmek, sizlerle tekrar paylaşabilmek umuduyla…
Yazı ve fotoğraflar: Dilan Tiryaki

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder